Dicle Doğan’ın sanatçı kimliğiyle kazandığı ivme 2015’te başladığı yürüyüşlerle arttı. Türkiye’den ülkeler arası yürüyerek seyahat eden ilk kişi oldu. Deneyimlerini ve yürüyüş rotalarını sosyal medyada paylaşmaya devam eden sanatçı, köyler, şehirler, ülkeler arşınlıyor; Doğan, buralardan Filistin'e kadar yürüyen tek kişi bir yandan. Aynı zamanda proje tasarımını ve yönetmenliğini üstlendiği iki kişilik bir performans/oyun olan Heybesini Çiğneyen Katır’da da kendi sanat yolculuğundan ve yürüyüşlerinden ilham aldı.
Dicle şimdilerde kırsalda yaşıyor. Bu yılın Ocak ayında Portekiz’e taşındı. Son olarak Nisan’daki yürüyüşünü Camino de Santiago’nun Via de la Plata rotasında gerçekleştirdi. Endülüs’ten başlayan bu rotada Salamanca’ya kadar, 2 hafta yürüdü.
En baştan başlayalım. Yürüyüşlerinden bahsetmek ister misin önce biraz? 9 yıldır yapıyorsun bunu. İlk adımı nasıl attın ve nasıl bu kadar uzun sürdü?
Ben 2014 yılının ortasına kadar sadece dansla ve sanatla ilgilenen, bütün seyahatlerini bunun için yapan, bütün süreçlerini sanatsal anlamda kendini nasıl geliştirebileceğini düşünerek geçiren ve belirli ekollerin peşinde sürüklenen biriydim. Dolayısıyla arkadaş çevremden iş çevreme, ilgi alanlarımdan dinlediğim müziğe kadar her şey çok sterildi. Aslında mutsuzdum da çünkü sanatsal anlamda belirlediğim bazı hedefler vardı ve kendi yaratıcı sürecimde ben neredeyim, kimim, bunları tam olarak bilmiyordum. “Gerçekten istediğim şeyleri mi üretiyorum, tasarlıyorum? Hayatın neresinden ilham alıyorum? Ben kime ilham veriyorum?”, gibi sorularla ilgili kafa karışıklığı yaşıyordum. Kendimi yeniden inşa etmeye ve ilgi alanlarımı çoğaltmaya çok ihtiyaç duyuyordum. Sadece sanatsal olarak değil, hayatın her alanından ilham alabilecek bir şevke ihtiyacım vardı; bunun eksikliğini hissediyordum. Tam o sırada da Yürümeye Övgü’yü okuyordum. Gerçekten bende çok güzel bir kapı araladı. Yürümek gibi basit bir eylemin içinde zihnin ne kadar berrak ve şeffaf bir biçimde açıldığını ve yaratıcı olarak neleri keşfedebileceğini önce orada okudum. Sonra “denemeliyim” diye düşündüm. Neden denemeyeyim ki? Bir deneyip bakmaktan zarar gelmez. O sırada çok popüler olmayan bir rotayı tercih ettim ayrıca, gerçekten yalnız kalabilmek için.
Nasıl oluyor yürüyüş rotaları? Duraklayacağın yerler, ihtiyaçlarını gidermen için alanlar belli mi rota üzerinde?
Son yürüdüğüm rota oldukça tercih edilen bir yürüyüş yolu. Dolayısıyla her şey çok organizeydi. Ama bazılarında hiçbir şey olmuyordu. Ne kadar gideceğini, nerede uyuyacağını tamamen kendin belirlemek zorunda kaldığın rotalarda da çok yürüdüm.
İnsanın ne kadar özgürleşebileceğini gördükten sonra kendimi bir daha hiç durduramadım.
Neresiydi ilk rotan ve nasıl geçti ilk sürecin?
İtalya’daydı. İtalya-Fransa arası bir yürüyüştü. İlk 650 kilometreyi yürüdüm ve bir sürü insanla tanıştım. Hiç tanımadığım insanların evinde uyudum. Hayatımda ilk defa çadırda tek başıma kamp yaptım. Doğada kaldım. Aç, susuz kaldım. Ama bir yandan kendime olan güvenim ve inancım o kadar arttı ki; bu kadar basit ve yalın bir şeyin içinde insanın ne kadar özgürleşebileceğini gördükten sonra kendimi bir daha hiç durduramadım.
Tamamen yalnız olmaya nasıl karar verebildin ilk deneyiminde? Korkutucu muydu?
O sırada çok çaresiz bir haldeydim aslında. 27 yaşındaydım. İnsan çok çaresiz olduğunda, artık hayattan hiçbir ilham alamadığında, artık çok yorgun ve kötü hissettiğinde bence her şeyi yapabilecek cesarete sahip oluyor. En azından bende öyle oldu. Biraz cahil cesareti aslında. Kurtulmak istiyordum o histen. Hatta bence Portekiz’e taşınma sürecimde de aynısı oldu. Hayatımı 8 yıl sonra aynı çaresizlik evresinde buldum. Bu noktada da taşınma kararı aldık eşimle. Şimdi anlıyorum ki bende bir şeyler bittiğinde, sıfır noktasına geldiğinde hep bir tırmanma ihtiyacı hissediyorum.
Peki güncelde de genelde yalnız olmayı mı tercih ediyorsun?
Evet, yalnız olmayı daha çok seviyorum yürüyüş yaparken. Sohbet etmemeyi, kendi içimde olup biteni dinlemeyi seviyorum. Kalabalık rotalar bana çok iyi gelmiyor. Herkes ortak bir niyetle orada. Herkes yürümeye gelmiş, senin gibiler. İster istemez konuşmaya başlıyorsun otomatik olarak. Hayatta kaç kere bu şekilde bir araya gelebilirsin ki? Seninle birlikte, aynı şeyi yapmayı seven, kendini keşfetmek için yürümeye çıkmış bir sürü insan… O yüzden tabii o sohbet de ayrı bir keyif. Sürünü bulmak gibi bir his. Ama bazen yorucu da olabiliyor. Çünkü gündelik hayatın sohbetini, konuşma biçimini orada yeniden hatırlıyorsun, yaşatıyorsun. O bana çok iyi gelmiyor. Yürürken başka bir disipline girmeyi seviyorum ben. Normalde yapmadığım bir rutine girmeyi seviyorum.
“Yürürken/yürüyüşlerimden çok net olarak şunu öğrendim” diyebileceğin bir şey var mı?
Hayatta gerçekçi olmayı ve bu gerçekçiliğin içinde ne kadar yaratıcı olabileceğimi keşfetmeyi öğrendim en temelde. Yürürken "akıştayız ya" diyemezsin. Kafana göre karar veremezsin. Her şeyi hesaplamak zorundasın. Ne kadar yemek, su alman gerekiyor, kaç kilometre yürüyeceksin, kaçta uyanman gerekiyor, kaçta varacaksın… Kafana göre “saldım, gidiyorum” diyemezsin yürürken. Gerçekçi bir şekilde tüm planını bilmek zorundasın. Bir yandan bütün ihtimallere de hazırlıklı ve açık olman gerekiyor. Her şey gelebilir başına. Yani hem sistemli şekilde bütün planını yapacaksın hem de sürprizlere, felaketlere, alternatiflere açık olup çözüm odaklı olacaksın. Bunları öğrenmek çok önemliydi benim için.
Çok hızlı üretiyoruz. İlk aklımıza geleni sahneye koyuyoruz. "Ama denemeliydik. Daha deneyecek çok şey vardı."
Heybesini Çiğneyen Katır’da da iki kadın yol alıyor, yürüyor. Projenin üretim sürecinde zaten kendi yürüyüşlerinden de ilham alıyorsun. Peki bu işin ilk tohumları ne zaman atıldı? Ne kadarlık bir zamana yayıldı?
Ben aslında 2014’ten beri oyuncularla çalışıyorum koreograf olarak. Tiyatro alanında, özellikle koreograf olarak çalıştıkça kendimi yeterince besleyemediğimi ve istediğim kadar doğru ifade edemediğimi fark ettim. Çünkü günün sonunda orada sen, rejisörün altında bir yerdesin. Oyuna ne kadar müdahale etsen de varlığın görünmez bir yerde kalabiliyor. Ben de Heybesini Çiğneyen Katır’ı başta bu niyetle yapmak istemiştim. Kendi çağdaş dans geçmişimi ve tiyatroyu nasıl harmanlayabilirim, nasıl başka bir üslup getirebilirim diye düşündüm. Çünkü Türkiye’de fiziksel tiyatro alanı da hep sınırlı ve kısıtlı. Bir de ben çok uzun zamandır metne bağlı çalışıyorum. Dolayısıyla metin üzerinde oynamanın, bir sözü geliştirmenin, onunla uğraşmanın nasıl olabileceğine dair sorularım vardı. Heybesini Çiğneyen Katır da aslında iki yıldır üzerine çalıştığım bir iş. Yürüyüşlerimle birlikte bir iş üzerinde acele etmemeyi, onu sindire sindire çalışmayı, gerçekten denemeyi öğrendim. Günümüzde sanatsal anlamda memnun olmadığım şey biraz da buydu. Çok hızlı üretiyoruz. İlk aklımıza geleni sahneye koyuyoruz. “Ama denemeliydik. Daha deneyecek çok şey vardı.” diye düşündürüyor bu bana. Kendimi bu hızlı üretimden sıyırabileceğim bir şeydi Heybesini Çiğneyen Katır benim için. 10 yıllık koreograf kariyerimde hep hızlı hızlı işler ürettim çünkü.
Herkesin göğsüne bir şey otursun ama sırtındaki yük de biraz gitsin.
Seyrederken psikolojik olarak yer yer yoran fakat zorlanmadığım bir şeydi Heybesini Çiğneyen Katır. O sadeliğin, akıcılığın içinde bana bir şey oldu. Uzundur birşeylerden etkilenemiyor, bir şeye çarpılmıyordum. Bir hisle kalmanın, durmanın, vakit geçirmenin ne demek olduğunu unutmuştum ama oyun bana bunu yaptı. Galiba tam da söylediğinle alakalı. Yani o hızlı hızlı üretmeme, sindirme, metinle ve sözle oynama hâli bana da geçiyor seyirci olarak.
Oyunda çok basit bir dil var aslında. Ben gerçekten o basitliği istemiştim. Başlangıçta özellikle Iraz’la (Akçam) çalışırken çok ağırlaştık. Bir noktada “bir dakika ya, konunun kendisi yeterince ağır zaten” diye düşündüm. Bu yüzden işin kendisi bu kadar ağır olmamalıydı. Tam tersine, bu ağırlığı hafifletmeli, bir kuş tüyüne çevirmeliydik imaj olarak. Bizim sanatsal bakış açımız bu hafifliği vermeliydi. Ve iş bir anda kendi içinde o ağırlığından sıyrılıp hafifledi. Ama evet, dediğin gibi, ben de seyirciye bir yük bıraktığını hissediyorum. İstediğim de buydu açıkçası. Herkesin göğsüne bir şey otursun ama sırtındaki yük de biraz gitsin.
Doğanın içinde çetrefilli fikirler ve düşünceler yok. Gerçekliği görmezden gelebileceğin bir yer değil.
Doğayla çok dengeli bir ilişki kuruyorsun gibi geliyor bana. Kendi adıma ben, doğada ve kırsalda yaşamakla, oradaki hayatı tamamen benimseyip kucaklamakla ilgili ikilemdeydim hep. Sen nasıl kavrıyorsun hayatı?
Bence doğada toprağı kazıdığında, oradan bir kabak, domates beklediğinde, zamanla yarışmaman gerektiğini öğrendiğinde bir şeyler oturuyor. Bence orası kırılgan bir yer değil, aksine çok net bir yer. Doğanın içinde çetrefilli fikirler ve düşünceler yok. Gerçekliği görmezden gelebileceğin bir yer değil doğa. Ben doğada “bugün çok karamsardım, bu yüzden domateslerim çürüdü” diye düşünmüyorum. Hayır, havanın koşulları, yanlış ekim gibi faktörler vardı. Belki o gün o domatese doğru muameleyi yapamadım. Hayat o kadar da duygularla ve kendi fikirlerimizle harmanlanmıyor. Akışında bir doğa var ve sen ona uyumlanmak zorundasın. Bu kadar kaotik olamazsın. Havanın durumuna göre yaşamak zorundasın. Dolayısıyla senden çok daha güçlü, her şeyi senden çok daha kontrollü biçimde yürüten bir şey varken sen küçülüyorsun bunun için. Ben bazen “sen kimsin ki ya Dicle” diyorum kendime. Yürüyüşlerimde de doğadan öğrendiğim, onun o güçlü, kırılganlığı kabul etmeyen hâlinin payı var. Doğanın çetrefilli durumları kabul etmeyişini görmek bende bir kapı araladı. O yüzden toprakla uğraşmak, onunla gerçekten bir arada olmak hayatı daha basit ve yaşanabilir kılıyor. Ve gerçeklerle birlikte kalıyorsun. Sen de o kadar kırılgan olmamaya başlıyorsun.
Doğayla ilişki kurmak ve kırılganlıklardan bahis açınca bedenle kurulan ilişki de geldi aklıma. Doğa ne kadar gerçek, çetrefilli halleri kabul etmeyen bir şeyse, beden de öyle aslında. Çok net, çok somut. Sen bedenini nasıl algılıyorsun? Bedeninin sesini/ihtiyaçlarını nasıl işitiyorsun? “Bu ses bedenimden mi geliyor yoksa zihnim mi konuşuyor”un farkına varmak zor çünkü bence.
Ben zaten bedenimle ilişkili ciddi bir disiplinden geliyorum. Yıllarımı bunun eğitimine verdim. Bu yüzden “bu bedenimin ihtiyacı” demek benim için daha kolay olabilir. Ama mesela, 2005’ten beri dans ediyor olmama rağmen hâlâ çabalıyorum, öğreniyorum. Hâlâ bedenimde bir şey kitlendiğinde ona yönelik başka bir bilgi edinmeye çalışıyorum. Bu bitmeyen bir eğitim süreciymiş gibi geliyor bana. Sürekli güncellemem gereken bir şey olarak görüyorum bedeni. Bu “beden mi yoksa zihin mi konuşuyor”u anlamak çok zor bu arada. Ama ben özellikle yürürken çok iyi anlıyorum hangisinin neyi söylediğini. Çünkü yürürken tek bir eylem yapıyorsun. Sadece yürüyorsun. Çok fazla konuşmuyorsun, her şeye takılıp kalmıyorsun, seni kışkırtan, zihnini kurcalayan çok fazla bilgi yok. Dolayısıyla sadece yürüdüğün bir eylemin, tek bir hareketin içinde hangisinin sana ne söylediğini duymak daha kolay. Somatik çalışmalar da bu yüzden var. Tek bir bilginin, tek bir alanın içinde, zihnini zorlamayan şeylerin içinde bedenini kavrayabilmek çok daha basit. Sinir sistemini aktive ederken de “çok fazla şeyle uğraşma” denir mesela. Bedeni rahatsız edecek şeyler, takılar, aksesuarlar tavsiye edilmez. Sinir sistemi tam devreye girmişken onu bloke edebilir çünkü bunlar. Yürüyüş de aşağı yukarı böyle bir mantık.
Bir sürü kaygı, korku, her şey benimle. Sadece ben onlarla birlikte yol alabiliyorum artık.
Sanatsal üretim, yürüyüşler ve kırsalda yaşam… Hepsi ayrı ayrı meşakkatli süreçler ve eminim beraberinde pek çok korku, zorluk, tökezleme getiriyordur. Sende ne şekilde oluyor bu? Başa çıkma gücünü nereden buluyorsun ve ne düşünüyorsun bu düşme kalkma halleri hakkında?
Tabii ki bazen ben de kayboluyorum her insan gibi. Ayrıca o kadar da güçlü bir karakter olduğumu düşünmüyorum. Korkularını, acılarını dile getirmenin, yüksek sesle söyleyebilmenin çok önemli olduğunu hissediyorum. Buraya taşındığımızda da kafam çok karışıktı. Hâlâ da çok karışığım. Kendimi nasıl var edeceğimi, sanatımı nasıl sürdüreceğimi hâlâ tam bilmiyorum. Ama bir yandan da süreç denen şeye çok inanıyorum. Bir şeyleri zamana bırakmayı, zamana teslim olmayı kolay öğrenmedim. Çok hayal kırıklığı yaşayarak, büyük krizlere, depresyonlara girerek öğrendim hayata teslim olmayı. Ama öğrendim. Gidiyorum, geliyorum, zihnim bocalıyor, doğru kararı mı verdim algılamaya çalışıyorum, görmeye, gözlemlemeye çalışıyorum. Yani hala çabalıyorum ve çalışıyorum. Şikâyetçi olmak yerine bulunduğum koşulların içinde gözlemlemeye çalışıyorum kendimi. Dolayısıyla yanıma korkumu da alıyorum, kaygımı da alıyorum, cesaretimi de alıyorum. Hepsinin benimle olduğunu bilerek bir şeyleri irdelemeye çalışıyorum. Bazen “Aaa ne kadar kolay yapıyor, alıyor sırt çantasını gidiyor, taşınıyor” diyorlar. Ama tabii ki böyle değil. Bir sürü kaygı, korku, her şey benimle. Sadece ben onlarla birlikte yol alabiliyorum artık. Onların bana engel olmasına izin vermek yerine birlikte nasıl yürüyebileceğimize bakıyorum. Çünkü var bu duygular. Ben de onları yüksek sesle dile getiriyorum.
Bizim gibi ülkelerde çok fazla sistemsel problem var. Biz bireysel olarak iyileşmeye çalışıyoruz.
Yaşadığımız pek çok duygu aslında sosyal, kültürel, politik koşullarla da ilgili. Başka bir ülkeye taşınmak yeni duygulara vesile oldu mu sende? Ya da sana fark ettirdiği şeyler oldu mu bu göçün?
Çok fazla seyahat etmiş bir insanım ama göç etmek ve seyahat aynı değilmiş gerçekten. Yani zaten göçebe bir insan olmama rağmen gerçek anlamda göç etmiş olmak, evet, dünyayı başka bir yerden gözlemlememe sebep oldu ve şunu fark ettim tam da dediğinle alakalı: Bizim gibi ülkelerde çok fazla sistemsel problem var. Biz bireysel olarak iyileşmeye çalışıyoruz. Buna çok istekli bir sürü insanız. Ama çürük bir sistemin içinde kendi kişisel gelişimin o kadar da işe yaramıyor. Kadın olarak ben kendimi çok bağımsız, çok rahat hissediyor olabilirim, bütün cinsel kimliklerden bağımsız hissediyor olabilirim. Ama dışarı çıkıp tacize uğradığımda hakkımı savunamayacağımı biliyorsam eğer, orada bir kaygı ve korku oluşur. Ve bu benimle ilgili değil. Dolayısıyla şunu kabul etmek gerekiyor bazen: Her şey bizimle ilgili değil. İçinden çıkamadığımız kültürel ve hukuki bir yozlaşma olduğu zaman o korkularla, agresyonla yaşamak zorundayız bazen. Bu da senin hayatta kalma biçimin belki. Belki de bu şekilde güçlü hissediyorsun. Belki ancak bu sinir ve öfkeyle, bu depresyonla hayatta kalıyorsun. Dolayısıyla içinde olduğumuz koşulları görmemiz, o gerçekliği kabul etmemiz gerekiyor. Bunu unutuyoruz gibi geliyor bana. Türkiye’deyken bir sürü şeyin benimle ilgili olduğunu düşünmekten yol alamıyordum artık. Sonra “bir dakika ya, belki de her şey benimle ilgili değildir, belki de ben bu kadar mutsuz biri değilimdir” dedim. Ülke değiştirirsem bir şeylerin değişip değişmeyeceğini merak ettim. Denemek istedim.
Öyle oldu mu peki? O kadar da mutsuz biri değil miymişsin?
Oldu tabii ki. Daha huzurlu bir yerde, stres mekanizmasının daha az olduğu bir yerde olduğunda sen de o yöne doğru evriliyorsun. İlk geldiğimde çok daha paniktim, buranın yavaşlığına adapte olamıyordum, kendimi sürekli suçluyordum. Ama zamanla ben de buranın coğrafyasına alışmaya başlıyorum ve daha akışkan birine dönüşüyorum. “Hallederiz ya, çözülür bir şekilde” noktasına doğru gidiyorum. İçinde yaşadığımız coğrafya bizi tabii ki değiştiriyor.
Şu sıralar orman yangınları yine gündemde biliyorsun Türkiye’de. Rutine dönmüş vaziyette. Oralar nasıl? Portekiz’de de epey orman yangını oluyor diye biliyorum. Tanıklıklarından bahsetmek ister misin? Devletin tutumu nasıl?
Yangınların çok yüksek oranda insan yüzünden çıktığını biliyoruz. Bence herkes bireysel sorumluluğunu almakla yükümlü böyle doğa olayları konusunda. Tükettiğimiz sudan harcama yaptıklarımıza, ormanda geçirdiğimiz vakitten bıraktığımız çöpe kadar. Doğaya ayak izini nasıl bırakıyorsun? Bu çok önemli. Portekiz’de de aynı şekilde, insan kaynaklı hepsi. Ama ben buraya geldiğimden beri henüz yangın olmadı. Şansımıza bu sene hava önceki senelere göre daha soğuk geçiyor. Yoksa burada da çok problemli aslında süreç. Ama hükümetin çok keskin kuralları var. Benim gördüğüm, herkes elinden geldiğince birbirini uyarıyor ve uyuyor bu kurallara. Ama buranın en büyük problemi, ki aslında Türkiye’de de aynı, okyanustan gelen rüzgar ve Arap yarımadasından gelen sıcaklık birbiriyle kesiştiğinde bir anda 45 derece hava ve inanılmaz bir rüzgar oluyor. Dolayısıyla baş edemeyeceğin bir yangın olmaya başlıyor. Burada iki sene öncesine kadar bu kadar önlem alınmıyormuş. 2017’de, benim burada olduğum yıl, çıkan yangınla birlikte tedbirlerin alınmaya başlandığını görüyorum. 2017’de çok fenaydı. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Şu an en azından herkes biraz daha bilinçli. En son 2 sene önce oldu büyük bir yangın. Ama buranın nüfusu tabii Türkiye’ye göre çok az. Kırsalda yaşayan insan çok az. Köylerde yaşayan insan kalmamış neredeyse. Burada da ciddi bir göç problemi var aslında. O yüzden ancak başımıza geldiğinde göreceğiz sürecin nasıl işleyeceğini, neler olacağını.
Kimseye akıl vermekten de birinden akıl almaktan da hoşlanmıyorum.
Seni en çok ne motive ediyor peki? Hayata karşı, sanata karşı?
Yargısız bir alanda olduğumu hissetmek. Herkesin birbirine eşit bir yerden baktığını bilmek. Sınıfsız bir ortamda olmak. Hem maddi hem manevi bir sınıftan bahsediyorum. Kimseye akıl vermekten de birinden akıl almaktan da hoşlanmıyorum. Eminim herkes hayatta bir şeyler öğrenecek ve bırakalım da kendileri öğrensin. Çünkü şuna inanıyorum; hayatta deneyimlemediğimiz hiçbir bilgiyi öğrenemiyoruz. Ve bence, öğrenmediğimiz bilgiye sahip de çıkmamalıyız. Yine yürüyüşlerimde gözlemlediğim bir örnek vereyim. Terlikle yürüyen gördüm, sandaletle yürüyen gördüm, 40 kilo çantayla yürüyen gördüm, bebeğini taşıyarak yürüyen gördüm ve hepsi yürüyordu. Hepsi aynı yere gidiyor ve bir şekilde varıyor. Bunun “böyle olur, doğrusu budur, şunlarla yürümelisin, bu şekilde yürümelisin”i yok. “Bunu yapmak istiyor musun ve koşullara hazır mısın”, bu var.