Published in  
Röportajlar
 on  
March 13, 2025

"Oh be, beraberiz!"

"Yarın Belki de", Forced Entertainment’ın Tomorrow’s Parties oyununun günümüze uyarlanmış versiyonu olarak dikkat çekiyor. Oyun geleceğe dair hem umutlu hem karanlık ihtimallerden bahsediyor. Oyunu, yönetmeni Ayşe Draz, dramaturgu Özlem Hemiş ve oyuncusu Aslı İçözü ile konuştuk.
Kategori
Röportajlar
Tarih
13/3/25

"Oh be, beraberiz!"

"Yarın Belki de", Forced Entertainment’ın Tomorrow’s Parties oyununun günümüze uyarlanmış versiyonu olarak dikkat çekiyor. Oyun geleceğe dair hem umutlu hem karanlık ihtimallerden bahsediyor. Oyunu, yönetmeni Ayşe Draz, dramaturgu Özlem Hemiş ve oyuncusu Aslı İçözü ile konuştuk.

Kategori
Röportajlar
Tarih
13/3/25

"Oh be, beraberiz!"

"Yarın Belki de", Forced Entertainment’ın Tomorrow’s Parties oyununun günümüze uyarlanmış versiyonu olarak dikkat çekiyor. Oyun geleceğe dair hem umutlu hem karanlık ihtimallerden bahsediyor. Oyunu, yönetmeni Ayşe Draz, dramaturgu Özlem Hemiş ve oyuncusu Aslı İçözü ile konuştuk.

Ortaklaşa üretim (devising) yönteminin öncülerinden ve çağdaş tiyatro sahnesinin önemli topluluklarından Forced Entertainment’ın Tomorrow’s Parties oyununu bugüne ve buraya uyarlayan Yarın Belki de 25 Ocak'ta Beykoz Kundura'da prömiyerini yaptı. Fonda renkli panayır ışıkları ve sade sahne tasarımıyla bizi karşılayan oyunda âşık atışmasıvari söz yarıştıran iki kişinin geleceğe dair sıraladığı umutlu ve bir o kadar da karanlık ihtimaller arasında gezinirken, bizler de bugün ve burada yaşamaya dair heybemizde biriken, içimizde dolanan, zihnimizde koşturan duygu ve düşünceler arasında salınıyoruz. Performansları Aslı İçözü ile Şerif Erol imzası taşıyan oyunun yönetmenliği Ayşe Draz'a, dramaturjisi ise Özlem Hemiş'e emanet. 

Bugünün belirsizliği ve yası, yarının korkusu ya da umudu; ihtimallerin heyecanı, geleceğin ele avuca sığmazlığı; duymaktan kaçtıklarımız, sürekli kendi kendimize hatırlattıklarımız; yaşadığımız yere köklenme ihtiyacımız, yaşadığımız yerle aramızda açılan çatlaklarımız; gözümüzü diktiğimiz ufuk, gözümüzü kamaştıran ışık; ütopyalar, distopyalar; bilim kurgular, fallar; üç vakte kadarlar, uykumuza bekçi kabuslar; mümkünlerimiz, imkansızlarımız; inandıklarımız, çoktan gözden çıkardıklarımız... Yarın Belki de'nin hazırlık sürecine dair merak ettiklerimizi; oyunun oyuncularından Aslı İçözü, yönetmen Ayşe Draz ve dramaturg Özlem Hemiş ile konuştuk.

Ayşe Draz, fotoğraf: Hakan Emre Ünal

Özlem Hemiş

*Yazıyı oyunun orijinal adını aldığı şarkı eşliğinde okumak isteyenler için şarkı.

Süreç ile başlayalım. Force Entertainment ve oyun ile karşılaşma nasıl oldu?

Ayşe Draz: 2003'te İngiltere'de Middlesex Üniversitesi'nde Gösteri Sanatları Bölümü'nde yüksek lisansımı yaparken Force Entertainment'ın "Bloody Mess" diye bir işini gördüm. Yapısı "Tomorrow's Parties"den çok farklı. Sahnede giriş - gelişme - sonuçtan oluşan bir hikâyeyi takip etmediğimiz, her anında eş zamanlı aksiyonlar yer alan, merakla izleten, tekrar unsurunu çok kullanan, daha kalabalık, sahnedeki oyuncuların bir karakter değil ama persona oldukları bir işti. Önce bir clownesk sandalye kapmaca oyunuyla iki adam sahneye çıktı. Sonra diğer oyuncular dahil oldu. Bir tane kadın "bu gece sahnedeki en trajik ölümü ben canlandırmak istiyorum" dedi ve bir saat boyunca sahnede öldü. O trajedinin tekrarla beraber komediye dönmesine, kara mizahın ortaya çıkmasına şahit olunca, Force Entertainment'ı da tanıyınca işlerine vuruldum. Sonra birçok işlerini takip ettim. Gelelim "Tomorrow's Parties"e… 2022'de Özlem Hemiş ile konuşurken dedim ki: "Ya şu hayatımda bir Force Entertainment işi yapsam ama biliyorum metin yazıp vermiyorlar, oyun metinleri yok. Zaten devise çalışan, her şeyi kendilerinden çıkaran bir ekip ama bir kontağım oldu Tim Etchells ile. Adama yazacağım ama ne işini sorayım, ne yapayım bilemiyorum.” O arada Özlem sanıyorum Edinburgh'ta "Tomorrow's Parties"i izlemiş. "Böyle bir iş var. Sanki yerele uyarlanabilir, Türkçe oynanabilir" dedi çünkü İngiliz ekolünden geldikleri ve kavramsal bir yaklaşımları olduğu için Force Entertainment'ın işlerinde dilin yeri çok önemli. "Tomorrow's Parties" de böyle bir iş. Kaydını bulup izledim. Hemen ikna oldum. Tim Etchells ile Zoom'da buluştuk. "Biliyorsun biz işimizi başka bir topluluğa oynasın diye vermiyoruz. Çok bizden çıkan işler oluyor ama bu iş özelinde dilin de önemli olduğunu biliyoruz. Yakın zamanda İtalya'dan bir topluluk bunu İtalyanca sahnelemek istedi, izin verdik. Bunu da aramızda değerlendirip sana dönüş yapalım” dedi ve süreç başlamış oldu. Beykoz Kundura ve Lita House of Production'ın hayalimize ortak olmasıyla da yapım aşamasına geçebildik.

Peki bugün ve burada bu metni oynamanın sizdeki karşılığı nedir?

A.D.: Forced Entertainment’ın metni oluşturup ilk sahnelemeleri 2011. Her şey gelişmiş/dönüşmüş olsa da o zamanın içindeki umut da korkular da çok değişmiş değil. Çalışırken bugüne veya yerele dair yaptığımız eklemelerin bazılarına hiç ihtiyaç duymadık. Çok daha evrensel bir noktada insan olma hali ve insanın gelecekle kurduğu ilişkinin aslında şimdiki zamana ait olması üzerinden ilişkilendik metinle. Bugün burada oynamak, bu anlamda zaten çok da sorguladığımız bir şey olmadı ama yaptığımız ufak eklemeler var: Yeni Doğan Çetesi, deprem, yakın zamandaki yangın gibi. Prömiyer ertesi de insanlardan o bizim ince eleyip sık dokuyarak seçtiğimiz yerelleştirme unsurlarını fark ettiklerini görmek de müthiş oldu.

Güncel eklemeler yaparken sizi zorlayan ya da işinizi kolaylaştıran şeyler oldu mu? Ne kadar uçlara gittiniz, nelerden vazgeçtiniz?

Aslı İçözü: Çok uca gittik ve vazgeçtik çünkü önce ihtiyaç duyduk, sonra fark ettik ki metni yorumlarken zaten alt hikâyede bunu çok net söylüyoruz. Oraya eklediğimiz her sözcük, her durum fazla geliyor. Metin sanki eskiymiş ya da yeni bir buluş yokmuş gibi tınlıyor ama her söyleyişte yeni bir buluş var. Bu bana o kadar cazip geliyor ki… Dolayısıyla sözcüğü yorumlarken kendi hikâyelerimizle, geçmişimizle beraber anlatırken çok güncel, bugüne ve Türkiye'ye ilişkin bir şey söylüyoruz gibi geliyor bana.

A.D: Oyundaki geleceğe dair spekülasyonlarda çok inanılmaz, sürprizli şeyler birkaç yer dışında yok. Bu tabii ki ekibin seçili olarak yaptığı bir şey çünkü kısıtlayıp tanımlarsak o spekülasyonu, bizim ona empoze ettiğimiz tanım kadar olur. Oysa bu soyutlukta kaldığında, her onu dinleyen/izleyen için kendi heybesinde biriktirdiği deneyim, korku, endişe, umutla ilişkilenerek bir tasvire, imgeye dönüştürebilecek. Bazı zamanlarda daha çok yerelleştirelim diye o soyutluktan uçlara gittiğimiz oldu ama baktık ki metin de yapı da bunu kusuyor. Belki bizim burada en fazla üzerine kafa yorduğumuz yerelleştirme; oyuncuların bedensel dilleri, Akdenizli olmanın getirdiği metni söyleme biçimleri ve bu biçimin ne kadarını metnin kaldırıp kaldırmadığı oldu.

Aslı İçözü ve Şerif Erol, fotoğraf: Saygın Serdaroğlu

Sahnede yaklaşık 1m² kadar küçük bir alanda bir saat boyunca ayakta duran iki oyuncu var. Bütün o imajları ve ritmi kurmak ile ilgili zorlayan ya da kolaylaştıran şeyler senin için ne oldu?

A.İ.: Açıkçası ben zorluk hissetmedim ama bunda tabii ki Şerif'in çok etkisi var. Partner ilişkimiz o kadar kuvvetliydi ve o organik bağ o kadar kısa zamanda oluştu ki birbirimizin önermelerine çok açık olduk her zaman. Aslında o iki kişi ritmi oluşturuyor ve ritim oluştuğu zaman senin alanla kurduğun ilişki, çok hareket etmek ya da hiç hareket etmemek bir şeyi değiştirmiyor. Belki duyguyu/durumu biraz sıkıştırıyor, içeriye/bedene doğru alıyorsun ama bunun da getirdiği lezzetli bir ilişki oluyor. Oyuncu ve performansı yapan kendim arasında çok tatlı bir keşif yolculuğuydu aslında. Mekanın darlığı çok keyifli bir deneyim olarak geçti, hiç zorlamadı. Sadece Robin'le ilk çalıştığımızda kaskatı kesildik, ne yapacağımızı bilemedik ilk on dakika. Sonra bıraktık ve akmaya başladık. Burada birbirine sırtını dayayabilmek çok önemli.

Işık ve dekor tasarımında oyunun orijinal haline sadık kalındı değil mi? Bu tercih en başından belli miydi?

Özlem Hemiş: Belki orada şunu söylemek gerekir: Bu, yabancı bir metni Türkçe'ye çevirip bir yorum getirerek sahnelediğin bir iş değil; tam da tasarımla düşünülmesi gereken bir iş. “Alanı daraltmak, seyirciye bakmak bize ne kazandırıyor? İlişkiler nasıl kuruluyor? Oyuncu ne zaman manevra yapacak?” gibi sorular çok kıymetli. Metnin kendisi tasarımlanmış bir metin. Sahne tasarımı da neyse o; çünkü sahnede arkada gördüğünüz ışıklar da dramaturjik grafiği veriyor. Klasik bir dramatik üçgen yok orada, başka bir ritim var. Dolayısıyla da tabii oyuncuda o “yorum aralığı” dediğimiz şey çok önemli. Oyuncuya saygılarını sunan bir iş. Bizim böyle bir şansımız var. Oyuncularımız bütün o aralıkları değerlendirdi diye düşünüyorum; çünkü orijinalini izlediğimde o İngiliz mesafesini her zaman birbirleri arasında da tuttular. Bizde ise başka bir iletişim var, gördünüz. Bunu önemsiyorum çünkü burada bir teknik içinde oluşmuş bir tasarımı yeni baştan buralı kılmak anca öyle olabilirdi. Bir dil işçiliğimiz var tabii Ayşe'nin bahsettiği ama o da oyuncuyu desteklemek, oyuncunun rahat söylemesi içindi. 

Oyundan favori bir kehanetiniz var mı geleceğe dair ya da Aslı senin söylerken en keyif aldığın olabilir?

A.İ.: En büyük kehanet "Her şey şimdi nasılsa gelecekte de öyle olacak."

Evet o biraz can sıkıcı... 

A.İ.: Çok can sıkıcı. Hele de şimdi Türkiye'nin bu halinde bir iç sıkıntısıyla geliyor. Arkasından gelen kehanetler de çok benzer aslında: Toplumsal sınıflar gittikçe ayrışacak, sınıf mücadelesi olmayacak vs… 

Ö.H.: “Belki de her şey eskisi gibi olacak.” Bir taraftan konfor alanı çünkü metnin öyle bir ritmi var. Aslında geleceğe dair o kadar çok distopik unsurlar üretilmiş ki… Bir taraftan çok da fazla bir şeyin değişmeyecek olması tuhaf bir konfor alanı açıyor. Yine insanoğlu neyse o. Onun dışında bildiğimiz gibi. Bu da ilginç geliyor bana.

A.D.: Benim en sevdiğim kehanet “Gelecekte şimdi dünya nasılsa her şey aşağı yukarı aynı olacak ve insanoğlu bir şeylerini kaybetmeye devam edecek. Mesela anahtarını kaybedecek.” O distopik senaryolar içinde yine ben insan olmaya devam edeceğim ve yine anahtarımı kaybedip çantamda yarım saat arayacağım. Bunu bilmek ilginç bir huzur ve umut veriyor bana.

Aslı İçözü, fotoğraf: Saygın Serdaroğlu

Sahneden çok fazla imajla ve ihtimalle çıkıyoruz. Biraz kafamız karışıyor. Hem umutlu hem karanlık hissediyoruz. Sen sahneden nasıl bir hisle ayrılıyorsun?

A.İ.: Dünden bugüne gündem değişti. Sınırların bu kadar net koyulduğu bir dönemde bunları bangır bangır 100 kişiye, 300 kişiye, 800 kişiye söyleyebiliyor olmak "Oh be!" dedirtiyor. Oh be, beraberiz!

Seyircinin nasıl bir hisle çıkmasını istersiniz oyundan peki?

A.İ.: Beraberlik hissi. Paylaşma, yan yana olma hissi. Bendeki karşılığı o en çok.

A.D.: Korkularımızda ve umutlarımızda ortağız. Dünya batarsa insanoğlu belki bir uzay gemisine binip ebediyen yolculuk edecek ya da burada her şey eskisi gibi olacak ya da öyle birbirimizi yıkmaya, yok etmeye devam edeceğiz, bilemiyorum.

A.İ.: Onların içinden belki sevmeyi de öğreneceğiz tekrar.

A.D.: Aslında bence seyirci o gün hangi ihtiyaçla geliyorsa hayatına devam edebilmesi için onlardan birini alıp öyle çıkması bana yeter gibi.

Ö.H.: Bir şekilde ben kafaların karışmasından yanayım. Biraz o allak bullak olma halini hafiften görüyorum ve bu iyi bir şey bence; çünkü o zaman biraz kaslar çalışmaya başlıyor. Mesela bazen gelen birtakım yorumlar oluyor seyirciden: “Maydonoz doğrasalardı”, “koltuğa otursalardı” gibi… İzlemeye yönelmek istiyor çünkü söylenenle kucaklaşmak her zaman o kadar kolay değil. Birilerinin hareket ettiğini izlerseniz, aksiyonu takip ederseniz söylenenle kucaklaşmama şansınız olabilir. Karşılaşmayı çok sevmediğimiz şeyleri duyuyoruz bazen. Onun dönüştüğü, evrildiği yeri takip etmek zorunda kalıyor seyirci. Bu da alımlamayı tetikleyen başka bir yol diye düşünüyorum. O benim hoşuma gidiyor.

Şerif Erol, fotoğraf: Saygın Serdaroğlu

Oyunda iki karakterden geleceğe dair hem iyimser hem de karanlık çokça spekülasyon duyuyoruz. Bugünkü belirsizliklerimiz içinde siz nereye daha yakınsınız? Daha iyimser olanlara mı yoksa felaketlere mi?

A.İ.: Ben olumsuzla beslenen bir insan değilim. İçinde hep yapılabilecek olanı görmeye çalışıyorum. Bu da beni dinamik ve hayatta tutuyor. Dolayısıyla benim karaktere bakışımda da, söylediğim sözlerde de, partnerimle kurduğum ilişkide de, metnin önermesinde de bu var. Kadın tarafı olarak daha olumlu bakmaya çalışan biri. "Belki de siyaset artık insanların çok umurlarında olmayacak" diyor, "çünkü bütün büyük sorunların hepsi çözülmüş olacak." Ne kadar güzel bir dilek bu. "İnsanlar kavgasız, gürültüsüz, beraber yaşamanı bir yolunu bulmuş olacak." Benim dileğim bu gerçekten. En azından küçük alanlarda bile olsa bu. Her şeyi görüyorum, her şeyin çok farkındayım ama diliyorum ki hayatta memnun ve birlikte olmanın yolunu bulmuş olalım.

A.D.: Hakikaten benim o günüme göre çok değişiyor. Dışarıdan hiç göstermesem de müthiş endişeleri olan, birçok şeyden korkmaya teşne bir mizacım var ama sanıyorum devam edebilmek de umutlu oluyor. Boş bir umut da değil o. Onun içini doldurmak gerekiyor. Her bir güne nasıl başlayacağına, o günün gündeminde ne hissettiğine, her şeye rağmen devam etmek. Metin de onun yapıyor zaten.

Ö.H.: İnsanlık aslında oyunda söylenen bir yığın evreden zaten geçti ve bugünkü halimiz de ortada. Ben oyunun bütün o ümitli tarafına meftunum. Finalde en son Aslı söylüyor: “İki kişi ya da bir kişi kalmış olabilirsin ve ömür diyip gözünde büyüttüğün şey, bir saatten belki biraz fazlaymış hızında akıp gidecek.” Böyle düşününce ve bütün o geride bıraktığın metni film şeridi gibi önünde akıttığında şöyle bir hisse kapılıyorum: Nelerle uğraşıyoruz ve aslında ne kadar az zamanımız var. Buna sahip çıkmak, şu anın o bir saatmiş gibi yaşanıyor olması, kafamızda ürettiğimiz bir yığın vesveseyi de öteleyebilir mi acaba? Bu fikir bana iyi geliyor finalde. İlk baktığında karanlık gibi duruyor olabilir ama kendi zamanına, ömrüne, yakın dairendeki insanlarına, her şeye sahip çıkmana da, onlarla ilişkileri tekrar ısıtmana da götürebilir seni böyle bir yolculuğun sonunda. Bilmiyorum ben çok mu şey atfediyorum çok okuduğumuz bir metin üstünden ama...

A.D.: Metnin öyle kendine kapanan yapısı var. Aslında insana da “kendine dönebilirsin, dön ya, ömür de bu kadar” diyen bir öneride bulunuyor sanki. Belki benim de dediğim o endişeli, korkulu, bazen karanlık tarafıma bir ilaç, bir şifa gibi geliyor bunu fark etmek. Oh be, evet, kendimizden de bu kadar beklemeyelim. Bu sorumluluk almayalım demek değil ama belki zaten hepimizin ömrünün ne kadar gelip geçici ve kısa olduğunu fark ederek yaklaşırsak hayata; başka türlü yaşayabiliriz.

Bu iki karakterle gündelik hayatta karşılaşsanız hangisiyle sohbeti kısa tutmaya çalışır; hangisini merakla dinlersiniz?

A.İ.: Şerif'in bir lafı var: "Ya da gelecekte çok kadın olacak ama erkekler çok az olacak. Kendilerine bakmayacaklar çünkü bakmalarına gerek olmayacak." Oraya acayip gıcık oluyorum. İktidarla kurulan erk ilişkisi beni Aslı olarak çok öfkelendiriyor. Savaş söylemleri, yok olma söylemleri var; “her şey bitecek, insanlar uzayda kaybolacak” falan… Kaybolmayacaklar, başka bir şeye dönüşecekler. O erkin diliyle gelen söylemlerin hepsi karnıma bir yumruk olarak geliyor. Sonra yumuşatıyorum çoğu zaman. Orada sohbeti kısa kesmek mümkünse… Çünkü bir alternatif geliştirmiyor. “Şöyle de olabilir” demiyor. “Böyle olacak”, net.

Son olarak prova sürecinize eşlikçi bir şarkı, kitap ya da film oldu mu? Olduysa hangisi?

A.İ.: Metne sabahları çalışıyordum. Sabahları zaten klasik müzik dinlerim. Metne çalışırken de çok fazla dinledim ama Bach'lar değil. Hafif, Mozart'lar, Vivaldi'ler ya da Kuzey cazı...

A.D.: Benim için oyunun her bir spekülasyonu bir filme, bir kitaba gitti. İçinde yakın zamanda okuduğum The Orbital diye bir kurmaca roman vardı. The Booker ödüllü. Uzaydaki 6 astronotun dünyaya bakmalarını konu alıyor. Tender is the Flesh -Türkçe'ye de muhakkak  çevrilmiştir- insanların yamyam olduğu ve haralarda yenmek üzere özel insanların yetiştirildiği bir roman, o vardı. Hatta o kadar referanslar oldu ki karşıma çıkan reklamlarda, her şeyde metni görüyordum.

Ö.H.: Years and Years. 

A.D.: Oyunun orijinal adı "Tomorrow's Parties". The Velvet Underground'un bir şarkısından seçiyorlar ve Tim Echells'a aralarında bir paralellik kurulabilir mi diye sorduklarında; All Tomorrow's Parties'in de ritmik ama biraz monoton bir şarkı olduğundan bahsediyor. Sonra da Özlem'cim bana Tomorrow's Parties diye The Velvet Underground'un hikâyesini anlatan bir çizgi roman aldı. O çok ilişkilenmiyor metinle ama dediğim gibi ben herhalde bir sene daha baktığım her yerde metni, metnin içinde de okuduğum izlediğim/dinlediğim her şeyi bulacağım gibi duruyor.