Önce yazının ilk bölümünü okumak isterseniz: X-MEN-97 1. Kısım: Şimdi herkes kendi İkiz Kuleleri’ni ansın
X-MEN evreni öteki olmak hakkında bir alegori -yazının ilk bölümünde belirtildiği gibi. Özellikle kuir-öteki olmak hakkında. '97 dizisini başlatan karakter de böyle bir figür.
Roberto, gittiği gece kulübünde kontrgerilla tarzı askerler tarafından alıkonulup bir deney tesisine getirilir. Kendisinin gizli mutant olduğunu anlarız, çünkü kaçırıldığı sırada kendini savunmak için bile olsa güçlerini göstermemiştir. Bir yandan televizyonda haberler açık. Paris’te birtakım olaylar olmuş. Yeni dizinin yazarı Beau DeMayo’nun1 politik duyarlılığını dikkate alırsak 2015 Paris saldırılarına bir gönderme olabilir.
Güvenli 90’lar çocukluğu vs. travmatik 2000’ler:
Dizi bu gibi 'masumiyetin sonu' göndermeleriyle dolu: güvenli 90’lar çocukluğu vs. travmatik 2000’ler. Spiker buradan Charles Xavier’ın ölümünün yıldönümü haberine geçer. Anlaşılan başöğretmen Profesör X, toplum nezdinde şehit mertebesine yükselmiş ve böylece mutantların toplumda acıma ve hoşgörü görmesine neden olmuştur. Mağdura herkes acır. Halbuki dizinin bu sezon kanıtlayacağı gibi “hoşgörü, yok olmaktır”. Alıkonulmuş mutant Roberto’nun yardımına tabii ki “Kuir Anne” Storm koşar. Toplumda yer edinmiş mutant hoşgörüsüne karşın, bir takım karanlık güçlerin fobilerini korumaya devam ettiğini anlarız. Storm bu fobiye “gelecekten korkmamalısınız” diyerek cevap verir. Gelecek, mutantların özgürleşmesi demektir.
Burada sormamız gereken soru şu: ama hangi gelecek? Bizim şu an 2024 dediğimiz gelecek mi yoksa X-Men '97’nin henüz 2000’lerden geçmemiş geleceği mi? Dizinin kurduğu anlatının bütün gerilimini de burada aramak gerekir: hikâye ya 2000’ler ve 2000’lerin getirdiği bütün krizler hiç yaşanmamış gibi çocukluğumuzun nostalji kuşağı olarak sürecek, ya da krizlere yüzünü dönüp, dişini sıkarak da olsa kendini ve bahislerini büyütüp dönüştürecek.
“Ötekine saygı duymalısın”
'97, ikinci yolu seçiyor, ama bu yolda ne aştığını anlamak için 90’lara bir anlığına geri dönelim. Clinton’lı Birleşik Devletler 90’ları, politik doğruculuğun ekonomik ve siyasal güven içinde büyüdüğü bir dönem. Belki de bu yüzden çizgi dizide din, ırk, cinsiyet temelli bütün ayrımcılıklar aşılmışken son kalan toplumsal bölünmenin homosapienslerle mutantlar arasında olduğundan bahsediliyor. Toplumsal ayrımcılığı bir hoşgörü meselesi olarak gören bu yılların toplumsal özgürlük anlayışı da müsamaha ve hoşgörüye dayalı: ötekine saygı duymalısın. Toplum nezdinde ucubelerden oluşan X-MEN ekibi, 90’lar boyunca hiçbir zaman ucube statüsünden feragat etmez, bu tanımın altından tam olarak özgürleşmez. Sadece daha fazla hoşgörü biriktirir; hep “tam olarak kabul edileceği” bir 0 noktasına doğru ilerler gibidir, ama (pembe dizi mantığıyla da) hiç bir zaman tam olarak o noktaya varmaz, varırsa ekip/aile dağılacaktır. 0 noktası hoşgörünün üst-limitidir. Artık ötekinin bizden biri olarak tam kabul bulduğu sınırdır. 1997’den baktığımızda bu 0 noktası 2000 olmalıdır. Çünkü batıda 2000’lere dair optimist bir bakış hakimdir. 2000’ler olup ekip ve anlatı evreni dağılmadan dizi final yapacaktır. Oysa sınırın hemen ardında 11 Eylül 2001 bekler… Bunu bilmeyen yazarlar, '97 senesinde başöğretmen Xavier’ı öldürür. Ekip 0 noktasından üç sonsuz adım uzakta, biriktirebileceği azami hoşgörü sınırındayken ekranlara veda eder. Devrim veya nihâi bir yenilgi yerine mağdurun kazandığı hoşgörüyü zirve bilen bir veda, tam da 90’lara yaraşan bir veda. Bahisler hiç bu kadar düşük olmamıştı.
Ama tarih 90’lar, çocuğuz zaten. Çocukluğumuzda bahislerin çok büyük olduğunu hissettiğimiz zamanlar olsa da bu bahisler birikmez, anlık hüsran ve heyecanlarla buluşup sönümlenir ve biz imkânımız varsa yeni bir oyuna geçeriz. X-Men '97, çocukluğumuzdan tanıdığımız epizodik maceralarla açılır. Okuldan döndük, Deniz’in anneannesinin yaptığı sosisli ekmekleri yerken ekran başında çizgi film izliyoruz. Sanki tanıdık topraklardayız ama dizi zaten erişkin gücünü tam da bu nostaljik fanteziyi kendi içinden yırtıp kabusa çevirerek kanıtlıyor.
Hoşgörüyle kabul edilmek yerine mutantlar daha radikal idealler mi hedeflemeli? Ama o halde birlikte yaşam ne kadar mümkün olabilir?
İlk bölümler orijinal diziyi yaşatarak ilerlese de artık 90’larda olmadığımız ufak ufak belli edilir. Dizinin daha ilk bölümünde hoşgörü meselesi hiç vakit kaybedilmeden güncellenir. Storm ve Cyclops mutant karşıtı programlar yasaklanmışken kontr-mutantların çalışmalarına nasıl devam ettiğini araştırmak üzere Profesör X’in katili siyasi mahkûm Henry Gyrich’i ziyaret eder. Gyrich, Storm’un şaşırmasına şaşırmıştır: “Gerçekten mutant yaşamının süre gelmesine insanlığın izin vereceğini mi düşündünüz?” Storm ise insanlığın şiddet yanlısı eylemlerinin tek sonucunun mutantları daha sempatik göstermek olduğuna dikkat çektiğinde Gyrich: “Öyle mi? Hayır, sen şu an sadece revaçtasın Storm. Geçici bir heves. 'Mutant arkadaşıma bak!' Bu trend olmuş hoşgörü adına senin gibiler için ne kadar çok yer açarsak, biz normal insanlar için o kadar az yer kalır. Yani hoşgörüyü üzerimize bir maske gibi giyiyoruz, ama çıplak gerçeği biliyoruz. Hoşgörü, yok olmaktır"
Dizinin erken dakikalarında, politik doğruculuğun saygı ve hoşgörü politikasına inanılmaz bir müdahale. “Hoşgörü, yok olmaktır.” sloganı sezonun son üç bölümünün ortak adı. Dizinin erişkin topraklara adım atıp çocukluk nostaljisinin ebedi olmadığını, bahislerin ve bahislere paralel olarak sorumlulukların artacağının ilk işaretini verdiği yer burası. Bir yandan da bütün sezon boyunca güncellenecek hoşgörü kavramını tartışmaya sunuyor. İnsanların gösterdiği hoşgörü eğer insanlığın sonu demekse mutantların talep edeceği, ya da kimine göre -alçakça- dileneceği, hoşgörü de mutantların sonu mu demektir? Hoşgörüyle kabul edilmek yerine mutantlar daha radikal idealler mi hedeflemeli? Ama o halde birlikte yaşam ne kadar mümkün olabilir?
Marx’ın komünizme dair en önemli slonglarından birinin vücut bulmuş hali: “Herkesten yeteneğine göre [alacağız], herkese ihtiyacına göre [vereceğiz].”
Dizi aslında 5. bölüme kadar pembe dizi işleyişine sadık kalıyor. Birtakım serüvenler artık aile saydığımız ekibi kayıp vermeden -hatta Jean Grey’in gizli klonu sayesinde bazen kalabalıklaşarak- dizinin ilk yarısı boyunca takip ediyor. Hoşgörü meselesinde dâhi bütün mutantlar ilk defa hem fikir: Şehit Charles Xavier’ın ılımlı hoşgörü politikasını miras alan baş düşmanı ve en yakın dostu Magneto ilk defa mutant kurtuluşu için insanlarla savaşmaktansa Birleşmiş Milletler meclisinde tarihi bir ateşkes imzalamaya ikna olmuş. Bu antlaşma doğrultusunda Hint Okyanusu açıklarında kurulan Genosha, tarihin ilk mutant ülkesi.
“Hatırla” isimli 5. bölümde hoşgörü politikasının -yalan- meyvelerini verdiğini görüyoruz. Genosha tam bir mutant ütopyası. Farklı yeteneklerdeki mutantlar toplumda farklı ihtiyaçları karşılıyor. Marx’ın komünizme dair en önemli slonglarından birinin vücut bulmuş hali: “Herkesten yeteneğine göre [alacağız], herkese ihtiyacına göre [vereceğiz].” Spoiler: ani bir saldırı sonucunda Genosha yerle bir edilir. X-MEN ekibinin yapıtaşı olan karakterlerin de aralarında bulunduğu binlerce mutant öldürülür.
Bölümün son çeyreği boyunca süren bu katliam ve soykırım sezonun tam ortasında, 90’lardan 2000’lere, çocukluktan yetişkinliğe, hoşgörüden henüz bilmediğimiz başka bir kurtuluş idealine geçtiğimiz sınır noktasıdır.
Senin hoşgörü hayalin için kimler yaşamlarını feda etti?
Buradan sonra epizodik bir akış yok. Dişlerini sıka sıka gerilen bir yas ve mücadelenin içindeyiz. Bu deneyimi yaşamak için diziyi izlemelisiniz. Burada dizinin 90’ların hoşgörü kurtuluşuna nasıl yeni, daha yetişkin bir idealle karşılık verdiğini tartışmak istiyorum. Genosha katliamından sonra mutantların karşısına eskiden beri çok iyi bildikleri iki seçenek tekrar çıkar: ya kuruluş için her şeye rağmen Profesör X önderliğinde hoşgörüyü hedeflemeye devam edeceklerdir, ya da yeniden radikalleşen Magneto önderliğinde insanlıktan intikam alıp, hınçla ve şiddetle kendilerine dünyada bir yer kazanacaklardır. Kaybın boyutu ilk kez bu kadar büyük olduğundan, X-MEN içinde bile mutantlar bölünür. Öldürülenler için tutulan yas, yaşayanlar arasında ayrılıklara neden olur. Rogue, öcünden Magneto’nun tarafına geçer. İlk defa saflar bozulur; ekip, ekip olmanın gerçekten ne demek olduğuyla yüzleşir. Baş öğretmenleri Xavier’dan “Senin hoşgörü hayalin için kimler yaşamlarını feda etti?” diye hesap sorar.
Kalbimizi sadece kalbimizde sakladığımız kişiler kırabilir
Burada dizinin baş yazarı Beau DeMayo’nun soykırım sahneleri üzerine X’de yayınladığı açıklamalarına geri dönmek istiyorum. DeMayo yetişkinlikle birlikte gelen sorumlulukların üzerinde duruyor ve bunları yas ve kayıpla bağdaştırıyor. Ancak kaybedebileceğin bir dost sende sevgi ve sorumluluk uyandırır. Profesör’ün deyişiyle: “Kalbimizi sadece kalbimizde sakladığımız kişiler kırabilir." De Mayo Genosha katliamını yazarken Pulse gece kulübü saldırılarından etkilendiğini belirtiyor. 2016 senesinde bir gey bara düzenlenen ve onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan bu köktenci saldırının akabinde bir komünite olarak nasıl iyileşmek zorunda kaldıklarının, yeni X-MEN anlatısını bizzat şekillendirdiğini ifade ediyor. O halde hoşgörü veya öç karşısındaki üçüncü seçenek ne?
Sezonun son anlarında Profesör Xavier ve Magneto, Magneto’nun bilincinin derinliklerinde kaybolmuştur. Bu kaybın/yasın karanlığından -Magneto aynı zamanda bir Holokost kurtulanıdır- ancak beraber kurtulabilirler, yoksa Magneto’nun zihni kendi içine çöküp her ikisinin bilincini birden karanlıkla hapsedecektir. Bu durumdan birlikten kuvvet doğar gibi basit bir cevap çıkarmamalıyız, çünkü Magneto’nun zihninin çökmesinin sebebi en başta telepat Xavier’ın davetsiz girişi aslında. Bu sahne o kadar sert ki bu arada, sanki zihne bir tecavüz gibi. Üstelik zihinleri bu şiddetli telepatik eylem yüzünden kaynaşmıştır: Xavier bile tek başına kendini kurtaramaz. Burada birlikten daha karmaşık bir cevap yatıyor. Birlik ve hayal arasında bir diyalektik var. Kaybın bilincinde açtığı yarıkların derinliği karşısında ürkmüş Magneto’ya Xavier şöyle karşılık verir. “Bizim bir hayalimiz vardı, bizi bir aile yapan bir hayal. Sahip olmaya değer herhangi bir aile, uğruna savaşmaya değerdir.” Önce bir hayal var, bu hayal etrafında bir aile topluyor. Hayal kayıpla dağıldığında, ya da -hoşgörü ya da öç gibi- işlevini yitirdiğinde bile uğruna savaşılmaya değer üçüncü bir seçenek olarak gücünü sürdüren şeyi buluyoruz: Aile… Bu sefer ailenin kendisi yeni bir hayali ayağa kaldırıyor. Çocuklukta kayıp olmayan, en uzak ufku “hoşgörü” olan mücadele karşısında, kayıp vermiş/verebilecek bir ailenin mücadele için çok daha yeterli ve radikal bir zemin olduğu muhakkak.
Ailenizi seçtiniz mi?