Published in  
Röportajlar
 on  
March 18, 2025

Warhaus: "Ben tam anlamıyla saçmalıklarla doluyum"

Maskülinite, yaşlanmak, müzik, aşk, köpeği Edie ve yeni albümü Karaoke Moon’daki şarkılar üzerine hiç romantik olmayan bir sohbet bu.
Kategori
Röportajlar
Tarih
18/3/25

Warhaus: "Ben tam anlamıyla saçmalıklarla doluyum"

Maskülinite, yaşlanmak, müzik, aşk, köpeği Edie ve yeni albümü Karaoke Moon’daki şarkılar üzerine hiç romantik olmayan bir sohbet bu.

Kategori
Röportajlar
Tarih
18/3/25

Warhaus: "Ben tam anlamıyla saçmalıklarla doluyum"

Maskülinite, yaşlanmak, müzik, aşk, köpeği Edie ve yeni albümü Karaoke Moon’daki şarkılar üzerine hiç romantik olmayan bir sohbet bu.

14 Şubat 2025. Bu tarihi unutmayacağım çünkü güne Balthazar’ın vokali ve aynı zamanda Warhaus projesi ile tanıdığımız Maarten Devoldere ile konuşarak başladım.

Daha doğrusu, ben güne başlamıştım ama o, ilk kahvesini içmek için makinenin düğmesine basarken benimle konuşuyordu. Yataktan yeni çıkmış, dağınık saçları (ki sahnede de pek farklı değil) evinin camından giren güneşle parlıyor, arkadan köpeğinin havlaması duyuluyordu. “Nasılsın, nasıl gidiyor, yeni albümün Karaoke Moon çok iyi, İstanbul’u özledin mi?” faslını geçtiğimiz sırada kapı çaldı.

“Bir dakika bekler misin?” dedi. Beklerdim elbette, ama onun yerine birlikte kapıya gittik ve kuryeden siparişini teslim aldık.

“Akşam ne yapıyorsun? Sevgililer Günü bugün. Bir date planın var mı?” diye sordum. “Köpeğimle olacağım, en güzel date,” dedi ve Romanya’daki bir barınaktan kurtardığı köpeğini anlatmaya başladı. Ortak noktalarımızı sayıyor gibiydi ama -tabii ki- bu düşüncemi kendime sakladım.

“Aşk ne demek senin için?” diye söze girdiğimde ise, “Hem güne hem röportaja başlamak için fazla derin bir soru bu,” cevabını aldım. Haklıydı. “Tamam o zaman, sen kahveni içerken daha basit ısınma soruları sorayım… Mesela bugüne dek aldığın ya da verdiğin en unutulmaz Sevgililer Günü hediyesi neydi?” Kahvesinden bir yudum aldı ve düşünceli şekilde:

“Doğrusu Sevgililer Günü’nü kutladığımı hiç hatırlamıyorum. Benim için sıradan bir gün ve büyük anlamlar yüklenmesini sevmiyorum,” dedi. Gayet anlaşılabilir bir durum ve yine bir ortak noktaydı ki, “Ben romantik biri değilim zaten,” diyerek şaşırtıyor.

O şarkıları yapan ve söyleyen adamdan mı bahsediyorduk gerçekten? Yok canım, olamaz öyle şey.

“Nasıl yani? Şarkılarını dinleyince insan, romantizm ve güzel sözlerle kadınların ayaklarını yerden kestiğin izlenimine kapılıyor…” Dağınık saçlarını iyice karıştırıp bir iç çekerek manidar bir gülümsemeyle: “Sanırım ben romantik biri değilim,” diyor. Bam!

“Yani, bunu duyduğumda beni hep gülme tutuyor çünkü sanırım ben romantiğin tam tersiyim. Müziğimde bir romantizm var, evet, çünkü oldukça dramatik biriyim… Her şeyi karmaşık hale getirmeyi, dramatize etmeyi seviyorum—aşkı, duyguları, falan. Ama sanmıyorum ki bu kadınların istediği türden bir şey olsun, yani… Kendimi daha çok bir nevi çocuk gibi anlatıyorum şarkılarımda. Çok da çekici bir şey değil aslında, ama bir yandan da farkındayım; hep baştan çıkarıcılık ve iticilik arasındaki kontrastla oynuyorum aşk konusunda…”

Bu içten cevabının içinde bir kendini tanıma, farkındalık olmasının tüm kırmızı bayrakları turunculaştırdığına inanmak istesem de biliyorum ki çoğu kadın için bu özellikler Maarten’i daha da çekici hale getiriyor: “Belki benimle değişir, aslında sevilmeye ihtiyacı olan bir çocuk o” dedirtiyor. Ve çok üzgünüm ama kalp kırıklıklarının çoğu, daha bu düşünce baloncuğu tamamlanmadan yaşanıyor.

Ben saniyeler içinde bunları düşünürken köpeği araya giriyor. “Özür dilerim, köpeğim çok tatlı ama bir tür OCD’si var, bazı şeylere takıyor,” diyor. Hiç sorun değil tabii ki. Köpeğini, bebeksi bir tonda konuşarak sakinleştiriyor. 

Köpeğinin adı Edie. Edie Sedgwick’ten geliyor. Ben gülümserken, “Kusura bakma lütfen, bu durumun hiç profesyonel olmadığını biliyorum,” diyecek kadar da kibar.

“Travmalı bir köpeğim olduğu için çok iyi anlıyorum seni, lütfen rahat ol,” dediğimde nihayet yüzündeki mahcup ifade gidiyor, ekrana yaklaşıp önce yüzünü avuçlarının içine alıp ovuşturuyor, sonra gülümsüyor. Ve devam ediyoruz…

“Şarkılarında kendinden bir nevi çocuk gibi bahsettiğini söyledin… Bir çocuğu bir erkek yapan şey nedir?”

“Bununla ilgili hiçbir cevabım yok açıkçası. Bilmiyorum. Bu albümde yaptığım şey biraz kendi maskülenliğimle dalga geçmek oldu çünkü içinde tutarsız şeyler var. Bence masküleniteyi çok da ciddiye almamak lazım. Aslında şöyle bir şey var, maskülenliğe ne kadar odaklanırsan, o kadar başka bir yöne de kayıyor gibi… Hani gölgeli bir tarafı var bunun. Mesela Trump örneğini düşündüğümde—yok, aslında bu benzetme LGBTQ topluluğuna haksızlık olur—ama Trump'ın çok karanlık bir tarafı olduğunu hayal edebiliyorum. Sanırım albümde çokça ataerkillik, toksik maskülenlik ve bu tarz şeyler var. Ama asıl mesele, bence ortada çok fazla olgunlaşmamış maskülenlik olması. Yine de bunu söylerken sanki üzerine büyük büyük düşünmüşüm gibi duruyor ama aslında öyle değil… Bilmiyorum, çok fazla tutarsızlığım var ve kendi tutarsızlıklarıma gülmeyi denedim bu albümde. O yüzden, olgun bir erkek olmanın nasıl bir şey olduğunu hâlâ bilmiyorum, onu da söylemiş olayım.”

“Yaniii” diyorum, “Jim Morrison isimli şarkını sayısız kez dinledim. Hem şarkıyı çok sevdiğim için hem de Jim Morrison’ın ilk gençlik aşkım olmasından dolayı. O şarkıyı dinlerken olgunlaşmaktan korkuyormuşsun hissi oluştu bende…” Belki de yansıma yaparak kendi duygularımı ifade ediyorumdur, bu da ayrı bir terapi konusu ki bu sohbet de terapi gibi ilerliyor…

“Aslında mesele tam olarak öyle değil.” diyerek düşüncelerimi dağıtıyor Marteen. “Daha çok, benim yaşımda hâlâ içimde küçük bir Jim Morrison taşıyor olmak bana biraz ‘zavallı’ (patetik) geliyor. Hani, ne bileyim… Kokain kullanıp kadınların peşinden koşan biri olmak gibi. Ama yaşlanmaktan rahatsız değilim aslında. Sadece bazen irkiliyorum… Mesela Belçika’da eski nesilden bazı rock yıldızları var, artık yaşlandılar ama hâlâ eskisi gibi yaşamaya çalışıyorlar. Ve bu biraz tuhaf geliyor. Ama sanırım asıl mesele, içten gelen derin bir denge arayışı. Ama işte… Düşündüğün, söylediğin kadar kolay olmuyor bu. Sırf yaş aldın diye dengeyi bulmuş olmuyorsun. Aslında bunu da çok derinlemesine düşünüp söylemiyorum. Daha çok içimden geliyor ve sonra anlamını çözmeye çalışıyorum. Çoğu zaman şimdi ne söylersem söyleyeyim, muhtemelen yanılıyorumdur çünkü bugüne kadar bir şey öğrendiysem, o da şu: Ben tam anlamıyla saçmalıklarla doluyum. Her birkaç ayda bir tamamen yeni bir hayat felsefem oluyor. Kendimi anladığımı sanıyorum, sonra bir bakıyorum ki ‘fuck!’, hiç kolay değilmiş bu, her şey yine değişmiş.”

“Hepimiz sürekli değişmiyor muyuz ki? Ama bu, senin için şarkıları yazarken ve kaydederken onların sahnede söylerken farklı anlamlar ifade ettikleri, başkalaştıkları anlamına mı geliyor?”

“Evet, kesinlikle evriliyorlar. Tıpkı insanın hayatındaki farklı evreler gibi. Benim için de hep böyle oldu. Eğer bu değişim olmasaydı, eski şarkıları çalmak imkânsız olurdu sanırım, çünkü eski işlerimi tekrar tekrar çalmak bana çok sıkıcı geliyor. Çünkü insan hep ileriye bakıyor, yeni fikirlerle uğraşıyor. Ama işin eğlenceli yanı şu ki… Mesela bir köpeğim var ve bazen bazı şarkılara bakıp ‘Aa, burada Edie’yi görebiliyorum.’ diyebiliyorum. Bu da mümkün yani!”

“Peki, şu aralar Karaoke Moon’da senin için diğerlerinden özel olan bir şarkı var mı?”

“Albüm çıktığında Jim Morrison’la gurur duyuyordum. Ama şimdi… Artık biraz daha farklı hissediyorum. Yani, sadece sözler açısından diyebilirim.
Mesela Hands of a Clock. Jim Morrison çok fazla söz dolu, oldukça yoğun. Oysa Hands of a Clock çok basit cümlelerle yazılmış. Ama bu şarkıyla kendimle ilgili bir şey söylemeyi başardım ve sanırım artık bu beni daha çok etkiliyor. O kadar sade olması, ona farklı bir güç katıyor gibi hissediyorum.”

How we fell into each other dear
Like the hands of a clock
One of us had to disappear
In the moment we touched
How a river flows
Running wide and deep
Deep inside of me
I'm a child of the day & a child of the night
But they broke up and fought over me
So the stars & the moon are the part only you get to see

“İki şarkıda da ve aslında albümün genelinde eskiye göre biraz daha rock’n roll altyapısı, hatta beatnik esintileri hissettim. Seni bu açıdan etkileyen, ilham veren bir şey var mıydı şarkıları yaparken?”

Saçlarıyla oynarken net bir şekilde “Hayır” diyor. “Hayır, bir albüm yaparken çok fazla başka sanatçıyı dinlemiyorsun. Tabii ki etkiler her zaman var ama bunların müziğe nasıl yansıdığını söylemek zor,” diyor ve uzun, içten, ilginç cevabını sürdürüyor:

“Genelde önceki işlerime bir tepki olarak ortaya çıkıyor şarkılarım. Mesela Heartbreak tam bir kalp kırıklığı albümüydü. Ve böyle albümler kendilerini yazıyor zaten. Üzerine fazla düşünmene gerek kalmıyor, her şey bir anda fışkırıyor. Ayrıca o albüm biraz klasik 70’ler albümü gibiydi. Bu yüzden aynı şeyi tekrar etmek istemedim ve daha prodüksiyon odaklı bir albüm yapmaya karar verdim. Bir de o sırada hayatım çok yolundaydı, mutluydum. O yüzden saçma sapan deneyler yapmaya başladım. Bir sürü psikedelik madde denedim, ‘bakalım neler olacak’ diye. Sonra hipnoz seanslarına girdim. Şarkıların nereden geldiğini falan uzun uzun konuşmak istedim. Bu konuşmaları kaydettim ve albümde bir şekilde yerlerini buldular. Hatta son seansta hipnoterapiste klavyemle gittim ve ‘Beni hipnotize et, ben de 20 dakika boyunca klavyede doğaçlama çalayım’ dedim. O kaydı aldım ve içinden melodiler çıkardım. Özetle, kalp kırıklığım yoktu ve bir ilham kaynağı bulmam gerekiyordu. Bu yüzden bir sürü saçma deney yaptım. Eğlenceliydi benim için. Bence albümde ve şarkı sözlerinde de bunu duyabiliyorsun. Bir yandan çok kişisel ve ciddi, ama aynı zamanda kendini fazla ciddiye almayan, biraz da oyunbaz bir albüm oldu.

Ne sormuştun? ‘Yeni albümün arkasındaki ilham ne?’ Evet, sanırım cevap daha çok hipnoz falan oldu, yoksa Radiohead dinleyip ilham almak gibi bir şey değil…”

“Anlıyorum ve bu anlattıkların albümü dinlemeyi daha da ilginç kılıyor benim için,” diyerek araya giriyorum, o sözünü unutmak istemezcesine devam ediyor:

“Ama eğer ‘beatnik’ dersen, onu da hissedebiliyorum mesela. Özellikle The Winning Numbers gibi şiirlerde. Ginsberg ve Kerouac'ı gençken okumuştum ama son yıllarda kitaplarını elime almadım. Onlar zaten bilinçaltımda bir yerlerde duruyorlardı ve ancak şimdi dışarı çıktılar sanırım. O yüzden ‘evet, şu kitabı okudum, o yüzden böyle oldu’ diyemem.”

“Zaten hipnoterapi yaptığını söyledin, yani her şey bilinçaltınla ilgili. O yüzden içinde yıllar önce okuduklarının izlerinin olması da mantıklı sanırım…” “Evet, aslında bunu öğrendim ve bu yüzden o deneyleri yaptım. Çünkü her şey... bilmiyorum, yıllardır meditasyon yapıyorum ve David Lynch —Tanrı ruhunu kutsasın— fikirlerin nereden geldiğini, bilincin derinliklerinden nasıl çıktığını çok tartışmıştır… Biz şarkıları yazdığımızı sanıyoruz, ama aslında bilinçaltımız bize şarkıyı dikte ediyor. Şarkının neyle ilgili olduğuna dair bir yanılsama içindeyiz, ama aslında hiçbir kontrolümüz yok. Eğer hayatımda her şey yolunda olmasaydı, bu konular hakkında düşünecek mental alanım olmazdı. Hipnoza ve psikedeliklere para harcamak gibi bir lüksüm de olmazdı. Ama iyi bir yatırımdı sanırım. Albümden memnunum ama bir sonraki için bunu tekrar yapmayacağım. Yine başka bir şey bulmam gerekecek.”

“Yeni maceralarını bekliyoruz! Her şeyi çok içtenlikle anlattın. Şarkılarının kişisel olduğunu söyledin. Aslında bunu daha önceki röportajımızda da konuşmuştuk, herkesin seni şarkılar aracılığıyla hayatını yakından tanıyor olması rahatsız edici bir durum değil mi? Özellikle kadınlarla ilişkilerinde sorun yaratmıyor mu?” “Evet ama bence tüm sanatçıların yaptığı şey bu, kendilerini bir şekilde ortaya koymak. Ama insanların beni gerçekten tanıdığını düşünmüyorum, buna pek inanmıyorum. Tabii ki dünyayla bir şeyler paylaşıyorum ama içinde çok fazla şiir, metafor, illüzyon ve kimliklerle oynama var. Sosyal medyada biri çıkıp içini döküyor, ne kadar zor bir dönemden geçtiğini anlatıyor— işte bu, dünyaya gerçekten açık olmak. Ama benim yaptığım şey öyle değil. Bir gizem bırakmayı seviyorum. Bir şarkı bir günlük değildir. Mesela Bob Dylan’ın büyük bir hayranıyım. O bir deha ama aynı zamanda dünyadan kendini saklama konusunda da bir deha. Ve yine de müziğinde ruh ve duygu olduğunu hissediyorsun. O dengeyi bulmak önemli.”

Bob Dylan’ın hayatından bir kesit sunan ve şu an vizyonda bulunan A Complete Unknown filmine izledikten sonra Marteen’e katılmamak elde değil.

“Filmi izledin mi?”

“Hayır, biraz şüpheciyim o filmle ilgili, pek umudum yok.”

“Doğrusu benim için hayal kırıklığı oldu… Yine de konumuz Bob Dylan iken sorayım. Senin hayatını film yapsalar kimin oynamasını isterdin?”

Yine yüzünü ovuşturuyor ve uzun süre düşünüyor. Sonunda “Henüz filmi izlemedim ama sanırım bir oyuncu seçmem. Onun yerine mesela Robbie Williams’ı bir şempanzenin canlandırması çok zekiceydi! Harika bir fikirdi. Böyle bir şeyi tercih ederdim ama bir hayvan seçecek olsam…” Uzun süre dudaklarını ısırarak düşünüyor. Doğru ve zeki bir cevap verip, o cevaptan sonra pişman olmak istemiyor gibi.

“Ben olsam seni bir kelebeğe canlandırırdım,” diyorum.

“Neden, sevimli, güzel olduğu için mi?” diyor alaylı bir tonda…

“Hayır, uzaktan kırılgan ve güzel görünüyor ama yakından bakınca o psikedelik desenli kanatlar ve aslında korkunç denebilecek böcek yüzü. Kanatları kırılsa da çoğu zaman uçmaya devam etmeleri… Bu yüzden…”

Yüzü aydınlanıyor, “Evet, evet. Belki de kanatlar şarkılar gibi—‘Bak, ne güzel melodiler yapıyorum!’ Ama onların arkasında psikedelik imgeler var…”

“Aynen,” diyorum.

“O zaman sohbeti bitirmeden en başa geri dönüyorum, bu soruya cevap verebilecek kıvama geldin diye düşünüyorum! Aşk nedir sence?”

“Bence aşk, insanların kusurlarına bile merhametle, ilgiyle bakmaktır. Sonuçta herkes biraz dağılmış durumda ve mesele bununla ne kadar başa çıkabildiğin…”

Daha güzel bir tanımı olamaz aşkın ya da sevginin diye düşünüyorum…

“O halde İstanbul’da görüşmek üzere diyelim mi?”

“Evet! Ben Ghent’te yaşıyorum ve çok seviyorum burayı ama İstanbul’da sanki bizden, insanlıktan büyük bir şeyle bağ kuruyormuşum gibi hissediyorum. Biliyorum, çok klişe ama bizim en sevdiğimiz konser lokasyonu İstanbul…”

Warhaus, 17 Mayıs’ta Pulse Organizasyon ile İstanbul’da, JJ Arena’da.