Nuri Harun Ateş Kimdir? Türkiye’de konservatuvar eğitimi sonrası International Zurich Theater Spektakel sponsorlarından aldığı bursla İsviçre Schola Cantourum Basiliensis eski müzik okulunda eğitim aldı. Yer aldığı müzikli oyunlar Hollanda, Almanya, İsveç, İtalya, Danimarka, Belçika, İsviçre, Fransa'nın başlıca müzik ve tiyatro festivallerinde sahnelendi. 2007 Türkiye’nin en önemli Opera Yarışması "Siemens Opera Yarışması"nda jüri özel ödülüne layık görüldü. Bu ödül Siemens Opera yarışmasında ve Türkiye’de bir kontrtenora verilen ilk ödül oldu. Stockholm Gay Pride Festivali'nde, Riksteatern och Pusterviksteatern organizasyonunda sahne aldı. 2009 Ağustos ayında dünya prömiyerini Danimarka'da yapan "Glorious Death" isimli müzikal ile birlikte İsveç, Norveç, İngiltere turneleri yaptı. 2009 Rotterdam Opera Günleri'nde dünya prömiyerini yapan "Dar-ül Love" isimli tek kişilik yeni opera ile Garaj İstanbul'da sahne aldı.Bu eser Türkiye'de yapılan ilk ve tek "Yeni Opera" eseridir. “Kafası Karışık Kontrtenor” ve “Barok Masallar” başlıklı sahne şovları devam ederken sürekli yeni şarkılar üretmeye devam etti. Aktivist ruhunu ve kimliğini ise hiç kaybetmeyen mükemmel sesli Nuri Harun Ateş, varoluşu ve şarkıları ile çok sevdiğimiz Rast müzisyenlerinden biri.
Nuri Harun Ateş ile kimlik, sahne ve müzik üzerine
Ne zaman başladı müzik ve sanatla olan yolculuğun? Hayat seni nasıl bu noktaya getirdi?
Aslında sanatçıların hikâyesi genelde kendilerini bildikleri andan itibaren başlıyor. Benim için de bir varoluş kıyafeti gibi sahnede olmak. Yani aslında çocukluktan başlayan bir şey: Dikkat çekme, gözlerin sana dönük olması, kimliğinin ve varlığının farkına varmaları isteği. Bir yandan da varoluşunu alkışlatmak. Başlangıcı ateşleyen ilk dürtü bu. Sonrasında belli yeteneklerin varsa, mesela iyi dans ediyorsan, iyi şarkı söylüyorsan, nereye yöneleceksen sanatta, o alkışı alabilmek için daha iyi yapmaya başlıyorsun. Yolun kendi kendine çizilmiş oluyor açıkçası.
“Varoluşunu alkışlatmak” dedin, sanatçılık için bu böyle evet, aynı zamanda cinsiyet kimliğiyle ilgili de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Birbirlerini besliyorlar mı?
Kesinlikle. Benimki tamamen öyleydi. Queer bir çocuk olarak doğunca çoğu zaman sokakta gözler üzerinde oluyor. Küçükken çok anlayamayabiliyorsun bunu ama büyüdükçe sana o “boyalı kuş” olduğunu hissettiriyorlar bir şekilde. Didikleyerek ve gagalayarak yapıyorlar bunu. Bu da senin kimliğine sarılmana ya da saklanmana sebep oluyor. Benim saklandığım zamanlar oldu başlarda. Sonra bunu hep saklayamayacağımı, ömür boyu yalan söyleyemeyeceğimi ve bunun çok yorucu olduğunu anladım. Dünyadaki hiç kimse, hiçbir topluluk bunu hak etmiyor bence. Olmadığın bir şeye benzemeye çalışarak bir hayat geçmez.
Senin “ne olup ne olmadığınla” ilgili farkındalığın nasıl gelişti?
Annemin elbiselerini giymeyi, bebeklerle oynamayı falan çok severdim. İstediğim gibi de giyinirdim. O zaman tabii bilmiyordum bunun ne olduğunu. Yani “neyim ben” sorusuna bir cevabım yoktu. LGBTİQ+’ın neresinde olduğumu bilmiyordum doğal olarak. Bu meseleler bu kadar konuşulan, görünür şeyler değildi. Fakat çevremdekilerin bir cevabı vardı belli ki. Bülent Ersoy’un cinsiyet değiştirme ameliyatı olduğu dönemde mesela, annem çok kaygılı bir homofobikti. O yüzden ben 3 yaşındayken psikiyatra götürüldüm. Yıl 1983, yani Dünya Sağlık Örgütü eşcinselliği hastalık olarak kabul ediyor o sırada. Yaklaşımlar aşağı yukarı böyleydi yani. Bir de misal 10-11 yaşlarında insanların ilk mastürbasyon deneyimleri olur genelde; ben o zamanlar karşı cinsi hayal ederek yapamıyordum bunu. “Doğrusunun”, “olması gerekenin” karşı cinsi hayal etmek olduğunu zannediyordum. Bu yüzden de çok zorluyordum kendimi fakat olmuyordu. Bir süre sonra vücudum da bana bununla baş edemeyeceğimi söyledi. Hem bir farkındalık hem de bir kabul geliştirdim zamanla.
Nasıl anlatırsın çocukluğunu?
Yasaklarla, kısıtlamalarla, baskılarla birlikte tatsız bir çocukluk geçirdim diyebilirim. Hiç istemediği, inanmadığı halde kara çarşafa sokulmak gibi bir şeydi benim için. Seni örtmek, kapatmak istiyorlar. “İndir elini aşağı, erkek öyle oynamaz” diyorlar mesela. Biraz renkli giyindiğinde “Bu çiçekler ne” diyorlar. Tüm dünyada olan klasik yaklaşımlar yani. Mesela bana hiç oyuncak bebek almazlardı. Yasaktı. Psikiyatrın da yasakladığı bir şeydi. O yüzden benim için çok büyük bir arzu nesnesidir Barbie bebek. Annemin kıyafetlerini giymem de hemen yasaklanmıştı. Bu yasaklardan sonra epey çıplak hissetmeye başladım kendimi. Askeri düzen gibi bir şeydi. Silahlar alındı, arabalar alındı. Arabaları da hiç sevmem. Hiçbir ilgim yoktur. Hiçbir şey ifade etmez benim için. Böyle kısaca. Bizim camiada büyüyen herkeste de vardır böyle hikâyeler.
Ailenle ilişkin nasıldı peki? Zamanla neye evrildi, değişip dönüştü mü?
Zamanla toparlandı ilişkim fakat çok uzun sürdü. Bu toplumsal kalıplar o kadar işlemiş ki insanların içine, belki dışarıdan “Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez” diyorlar ama aksiyonları öyle olmuyor. Yine de işin içinde sevgi varsa, anneyle babayla aranızdaki sevgi bağı kuvvetliyse, o insanları dönüştürüyor zamanla. Bükemedikleri eli öpüyorlar yani. LGBTİQ+ homofobi bükücü bir şey aslında. Varoluşla mücadele edemez kimse. İstedikleri kadar uğraşsınlar, ne olursa olsun, yönelim yönelimdir. Su yolunu buluyor neticede. Dere yataklarına yapılan evler de sel altında kalıyor. Doğayla savaş olmaz. Zaten savaşılabilse ve bu savaş kazanılabilse en başta biz kazanırdık. Çünkü zaten baştan toplumsal normların içine doğuyorsun. Seni tartaklamaya başlıyorlar. “Böyle olmaz, şöyle olmaz” diyorlar sürekli. Sen de onlarla birlikte mücadele ediyorsun, “Değişebilir miyim acaba” diyorsun, kendini sorguluyorsun. Ama zaten kendin de başaramıyorsun bunu. Değişemiyorsun. Kendi isteğinle bile olmuyorken başkasının isteğiyle hiç olmaz.
Ben delirmeyi seçtim. Biri karşıma geçip beni üzecek, ezecek bir şey söylediğinde kahkaha atmaya başladım ve çok işe yaradı bu.
Hani dedin ya “Kendini değiştirmeye çalışıyorsun” diye; kendinle mücadele edip değişemeyeceğini fark etmek, kendinle kavganı dindiren bir şey mi? Ya da kavgalı mıydın kendinle çok?
Herkes seninle dalga geçerken, ailen seni tartaklarken kendinle kavga etmemek zor tabii. Ama bir noktadan sonra “Evet ben eşcinselim, erkeklerden hoşlanıyorum” (Kendim için söylüyorum bunu, biseksüelin tecrübesi başkadır, interseksin başkadır) diyorsun. Bende toplumsal normlar açısından bakıldığında diğerlerinden farklı olduğumu görüp idrak ettiğim bir an oldu. “Evet ben diğerlerinden farklıyım ve böyle olmam onların hoşuna gitmiyor” dedim. Tartaklanmamak ve zorbalığa uğramamak için bir yol bulmalıyım diye düşündüm. Ya saklanacağım, ya kavga edeceğim ama mutlaka bir yol bulmalıyım… Ben delirmeyi seçtim. Biri karşıma geçip beni üzecek, ezecek bir şey söylediğinde kahkaha atmaya başladım ve çok işe yaradı bu.
Yani aslında inat olsun, üzüldüğümü görmesinler diye başlıyorsun. Ama sonra o, gerçek bir kahkahaya dönüşüyor, öyle mi?
Aynen öyle. Sarkastik bir şey. Joker olmak gibi bir şey. Bu kahkahanın içinde asla neşe yok ve bu kahkaha, bu tavır, gerçekten işliyor. Hayatta bir şekilde evriliyorsun ve olan bitenin saçmalığının farkına varınca o kahkahanın içi doluyor. Çocukken beni zorbalayan diğer çocukları düşündüğümde, artık onlara kızmamaya başlıyorum. Onlar da çocuk, onlar da aşağı yukarı seninki gibi bir aileden geliyor. Zorbalık da öğrenilen bir şey çünkü. “Arkadaşına böyle yapmamalısın”ı çocuklara öğretmek ailelerin görevi aslında. Empati yetenekleri tam gelişmemiştir. Empati yapabilmeyi siz öğretirsiniz çocuklara. Ben de büyüyüp bu bilince varınca, çocuklara olan öfkemi yetişkinlere yönelttim. Yaşadığım zorbalıklar o çocukların aileleri yüzündendi. Ama hâlâ daha çocukların yanında kendimi rahat hissetmem. Geçmişte yaşadıklarımı hatırlarım. “Değişik” göründüğüm için bana bakıyorlar -ya da ben öyle sanıyorum, bilmiyorum- ve rahat edemiyorum. Sanki çocuk hâlime geri dönüyorum böyle zamanlarda.
Çocuklarla pek ilişki kuramıyorsun o zaman anladığım kadarıyla…
Evet. Yapamadığım bir şey çocuklarla ilişki kurabilmek. Çünkü o çocuklarla benim aramda kendi çocukluğum var. Ürküyorum çocuklardan. Onların ne kadar kırılgan olduklarını da biliyorum. Zamanında ne kadar kırılgan olduğumu da hatırlıyorum. Daha o kadar büyümedim herhalde, biraz daha yaşlanmam lazım belki de bir çocukla vakit geçirebilmek için.
Vakit geçirmek zorunda değilsindir belki de?
Tabii orası öyle ama bir yandan da şu var; o çocuklarla birinin iletişim kurması bir şeyleri değiştirebilir de. Ben o noktaya gelemedim daha sadece.
Bir kurcalama, deşme dürtüsü oluyor çocukta. Ve sen alıştığı, gördüğü diğer insanlara benzemiyorsun, toplumsal kodlar açısından söylüyorum bunu. Bu merak, kötü bir şey olmak zorunda da değil her zaman. Bir anlama çabası da olabilir.
Evet ama o alaycı bakışı da görüyorsun yüzünde. Yanındaki arkadaşını dürtüp güldüğünü görüyorsun mesela. Evet, bu zamana kadar öğrendikleriyle yapıyor bunu. Ama ben çocuklarla meselemi o kadar kısa sürede halledemeyeceğim için, hemen kaçmak istiyorum oradan.
Senin çocukluğuna benzeyen bir çocukla karşılaştın mı peki hiç? O zaman ne oluyor?
O çok acayip bir his. Birkaç kez oldu. Mesela bir arkadaşımın oğlu var, çok seviyor oyuncak bebekleri. Ona istediği bebeği alıyorlarmış. Çok mutlu oldum onun için. Çocuğun yönelimini bilmiyorum ama mesele o değil; mesele yasakların olmaması. Çocuk dediğin aslında çok kimliksiz bir şey. Bir yönelimi var, ortaya çıkacak elbette ama o kadar küçük yaşta yasaklarla karşılaşmak, yönlendirilmek büyük bir kara delik açıyor. Bir insanın bebekle ya da kadın kıyafetiyle niye travması olsun ki? Yönelimden bağımsız, herhangi bir çocuk istediğiyle oynayabilmeli.
Müziği nasıl bir dürtüyle yapıyorsun? Taşkınlık yaşayıp yaptığın bir şey mi?
Hayır değil. Benim bir sürecim oluyor. İçime sinmesi lazım, o yüzden çok ani olmuyor benim için. Bir şarkı hayatıma girdiğinde “O şarkının nasıl bir dünyası olmalı, ben nasıl bir duyguyla, hangi tondan söylemeliyim, yeterince doğru bir yerinde miyim şarkının” gibi sorulara kafa yoruyorum. Bir yazarın romanına hazırlanması gibi. Birebir aynı süreçler. Ki zaten bence “birden” diye bir şey yok. Her şey birikiyor.
Nasıl tanınmaya başladın ve tanınırlık ne ifade ediyor senin için?
Çok yavaş. Kurbağa deneyi var ya… Kurbağaları koyarlar tencereye, tatlı tatlı yüzerler ve kaynarlar bir yandan. Onun gibi. Kaynayan bir tencerenin içinde bir yengeç, bir ıstakoz, bir kurbağa gibi hissediyorum. O hızda gidiyor. Ben çok farkında da olmuyorum. Şan şöhretten bahsetmiyorum ama insanlar gelip fotoğraf çektirmek istediklerinde falan ilginç oluyor. Hem içinde hem dışında olduğum bir hâl. Ben kendimi ünlü olarak görmüyorum zaten ama yine de mevcut tanınırlığım bile beni şaşırtıyor.
Şarkıcı olmaya karar verdiğimde 11 yaşındaydım ve bu kararı her şeye rağmen sürdürdüm
Peki müziğe nasıl başladın?
Küçükken dans ediyordum. Çok severdim göbek atmayı, oryantal dansı. Yılbaşında dansöz mesela... O dansöz herkesin beklediği biridir. Ben de odak noktası olmak istiyordum varoluşumla. Bu yüzden dans etmem gerekiyor gibi geliyordu. Böyle başladı. Zaten konuşmaya çok erken başlamıştım. 1,5 yaşında şarkı söylediğim kayıtlarım var. Müziğe karşı hep bir ilgim vardı. Fakat ailemde hiç müzisyen olmadığı için bunun üstüne gidilmedi pek. Her şeyi el yordamıyla, oraya buraya çarpa çarpa öğrendim. Kendi kendime yol aldım. Kendi kendime fark ettim. İlk önce kendimi ikna ettim yetenekli olduğuma. 90’larda televizyonda çıkan bir şarkıcı vardı, çok da iyi bulmuyordum açıkçası. “O yapıyorsa ben de yaparım” gibi bir dürtü oluştu bende. Yapabileceğime böyle böyle inandım.
Sen el yordamıyla yolunu bulmaya çalışırken ailenin tavrı destekleyici miydi peki? Yoksa yine engellerle karşılaştın mı?
Gözümü ilk açan yengem oldu. Bizim ev pek müzik dinlenen bir ev değildi. İki tane kaset vardı: Coşkun Sabah ve İbrahim Tatlıses. İlk walkman’imi aldığımda da döne döne onları dinliyordum mecburen. Yengem “Farklı şeyler de dinlemelisin, iki kasetle olmaz” dedi. Sonra karışık kasetlerim oldu. Led Zeppelin, Donna Summer, Ajda Pekkan girdi hayatıma. Bir de ben çok kararlı bir çocuktum. Şarkıcı olmaya karar verdiğimde 11 yaşındaydım ve bu kararı her şeye rağmen sürdürdüm. Anneme ilk şarkı söylediğimde “Aslında fena da değil sesin ama bizde hiç müzisyen yok” demişti. Sonra beni Sumru Canku’ya götürdüler. Sesim daha oturmamıştı. Mutasyon sesmiş bir de. Erkeklerin sesi kalınlaşıyor yaş dönümünde, benimki kalınlaşmadı. Psikolojik bir problem aslında. Kendimi erkek gibi hissetmediğim için fiziksel olarak da engellemişim sesimin kalınlaşmasını. Doğuştan da ses tellerim uzun olduğu için bu durum beni zorlamamış hiç. Hâl böyle olunca bana “Senin bir oktav sesin var, senden şarkıcı olmaz” dendi. Ama yılmadım. “Bir oktavsa bir oktav, o oktavda söylerim” dedim.
Eğitim sürecin nasıl ilerledi?
Ben bu hikâyeyi psikiyatristime anlatınca, başka bir hastasının operada hoca olduğunu söyledi ve bizi tanıştırdı. İlk hocam o benim. Dinledi beni. Mutasyon ses olduğumu anladı. Tizlere indi, sesime baktı. Epey genişmiş meğer sesim. Böyle böyle konservatuvarı kazandım. Sesim kontrtenor benim. Müfredatta pek yok aslında. O yüzden konservatuvar konservatuvar hoca aradım da diyebiliriz. İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarını kazandım ilk önce. Sonra Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, arada Yıldız Teknik Üniversitesi var. Sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı. En son da burs aldım, İsviçre’de Basel’de okudum iki yıl.
Ne kattı sana İsviçre?
Müziğe bakış açımı bambaşka bir yere taşıdı. Hocaların vizyonu, zengin bir kütüphane… Dil konusu zorladı tabii, kolaydı diyemem. Ama ne istediğimi ve ne istemediğimi orada anladım. Opera yıldızı olmak bana göre bir şey değil, bunu anladım. Çok hayran olduğum bir hocam opera yıldızıydı. Dinlemeye de giderdik sıkça. Ancak onun yaşadığı hayat ve içinde bulunduğu düzenek bambaşkaydı. Ben daha başka şarkılar söylemeyi hayal ediyordum. Bir kere opera dediğinde işin içinde bir reji var. Roller yazılmış. Sen de yazılmış bir rolün içinde var olmalısın. Kaldı ki ben gerçek hayatta da bununla mücadele ediyorum. Bir rolün içine girmek istemiyorum. Sahnede biri olacaksa eğer, o “ben” olmalıyım. Karakterimle, eğrilerimle, doğrularımla, her şeyimle sahnede olmalıyım. Bunu orada anladım ne mutlu ki. Sonra da işte kabare şarkıcılığına döndü yolculuğum. Opera hayatımda yine var. Barok söylemeyi çok seviyorum mesela. Ama kendi istediğim aryalardan bir repertuvar oluşturuyorum. Bir rejinin içine girmek ancak çok içime sinen işlerde oluyor. Benim kişisel hikâyemde de bir karşılığı olan işlerde yani.
Cancel kültürü ve politik doğrucu tavır, her şeyin politik olduğunu iyice ortaya çıkardı.
Yurt dışında da sahne alıyorsun epey. Hem sanatını hem kendini var etme pratiğin nasıl fark ediyor Türkiye’de ve yurt dışında? Seyirci profili nasıl?
Seyircim çok değişken. Hamburg’taki seyirci başka, Berlin’deki başka, Hollanda’daki başka. Queer camia için de söylüyorum bunu, yurt dışında yaşayan Türkler için de söylüyorum, yabancılar için de söylüyorum. Yabancılar daha sessiz genelde, bir performans seyircisi kimliğiyle izliyorlar; kendi kimlikleri üzerinden bir mesafeyle izliyorlar. Yurt dışında yaşayan Türkler veya Türkiye’deki seyirciler biraz daha karman çorman. Kimisi daha laubali bir yerden ve ezberler üzerinden, bıyık altından gülerek izliyor. Kimisi hüzünle izliyor. Kimisi çok gururlanarak izliyor. Kimisi de rahatsız oluyor. Hepsinin buna ihtiyacı var. Rahatsız olarak izleyenin de, gururlanarak izleyenin de, duygulananın da… Hepsi farklı deşarj yöntemleri bence.
Seyirciyle ilişki kurarak performans sergiliyorsun değil mi?
Tabii tabii, konuşuyorum onlarla. Kabarenin doğuşu da öyle. Politik komedi diyorlar ama, aslında her şey politik. Cancel kültürü ve politik doğrucu tavır, her şeyin politik olduğunu iyice ortaya çıkardı. Kabaredeki komediye yaklaşım da bundan besleniyor. Her kelimen, her bakışın, yaptığın her espri bir sürü yere dokunuyor olabilir. Malzeme olarak derya deniz. Şarkılar da buna hizmet ediyor. Farklı dönemin şarkıları, dönemsel olarak farklı politik doğru veya yanlışlar… Keyifli, ironik, tatlı bir performans alanı oluyor. Her seferinde de farklı bir performans çıkıyor ortaya. Bir metni yok bunun. O gün hangi pop figür veya siyasi figür ne yaptıysa, o aynadan kendimize bakmak gibi. Birinin problemli ilişkisinden, öbürünün görgüsüzlüğünden ne kadar uzağız mesela, bunları kurcaladığımız bir yere evriliyor. Bütün bu toplumsal dinamikler hepimizde var günün sonunda. Bir nevi dertleşme gibi oluyor aslında. Bazen çok neşeli, bazen fazlaca sert bir hâle sokuyor beni. Ama neşeyi kaybetmeden dolanıyorum etrafında genellikle.
Artık daha az öfkeliyim. Çünkü her şey sönüyor. Anladıkça her şey biraz yapış yapış oluyor.
Tıkanma, zorlanma hissediyor musun?
Çıkış noktam “Ben buradayım, ben de varım, hoşlanmaya, sevilmeye değerim, sizden hiçbir farkım yok” olduğu için, ne kadar görünmezlik hissi yaşasam da bunlar sürecin parçası gibi geliyor bana. Öbür ihtimalleri düşünemiyorum. Belki yüceltilip baş tacı edilsem o zaman bir tıkanma yaşayabilirim. “N’oluyoruz ya” diye düşünebilirim. Zor evet, ama hep böyleydi zaten. Farklı bir versiyonunu hiç yaşamadım. Ne ailemde ne toplumda ne sevgililerimde ne sanat camiasında…
Bu zorluğun yoğunluğu veya sana etkisi değişti mi?
Bana etkisi değişti evet. Artık daha az öfkeliyim. Çünkü her şey sönüyor. Anladıkça her şey biraz yapış yapış oluyor. Empatinin de fazlası zarar galiba. “Keşke bunu da anlamasaydım” diyorsun bazen. Birilerini ve bir şeyleri anlamak otomatikleşti bende. Hak vermekten bahsetmiyorum. Ama anlıyorum, şaşırmıyorum. Olan biteni normalleştirmekten bahsetmiyorum asla. Sünnet olunca misal, erkeklerin penisinin ucu hissizleşir ya, öyle bir hâlden söz ediyorum. Sünnet edilmiş gibiyim. Artık o kabuk yok. Defalarca aynı yerden tokat yiyince bir süre sonra acımıyor artık. Sadece yanlış olduğunu biliyorsun. Geçmişteki ilk tokatın acısını biliyorsun; ama o da ne kadar taze, tartışılır.
“Bir şeyler değişecek” inancını muhafaza ediyor musun içinde? “Bu böyle gitmez” diyor musun?
Çocukça bir seviyeden değil ama kendi varoluşumun bir şeyleri değiştirdiğine inanıyorum. Senin varoluşun da bir şeyleri değiştiriyor, etkiliyor. Herkesinki öyle. Herkes bir şeylere vesile oluyor. Kimileri sana komik geliyor, kimilerine sen komik geliyorsun. Kimileri sana ürkütücü ve onaylanamaz geliyor, kimilerine sen öyle geliyorsun. Herkes değişimin bir parçası. İnsanın bir doğası var ve bu doğayı anlamaya çalışıyoruz var olduğumuzdan beri. Anlamaya çalışmaya da devam edeceğiz. Bu sırada da bir devinim oluyor sürekli. O devinimin içinde bir sürü tekrar yaşanıyor; ama farklı renklerle, farklı politik doğrularla yaşanıyor. Tabii ki değişime inanıyorum ama Jeanne d’Arc gibi bir noktadan değil; öyle saf bir tarafım kalmadı. Belki de hiçbir zaman olmadı. Hiçbir zaman o kadar kolay olduğunu düşünmedim değişimin. Çünkü çok kalabalık dünya. Kendi ailemin içinde bile görüyorum değişimin ne kadar zor olduğunu, kendi içimde bile görüyorum. Aslında yavaş yavaş, döne dolaşa, aynı şeyleri yaşaya yaşaya gidiyoruz bir yere doğru. Hayat çok öngörülemez bir şey fakat bir yandan da çok öngörülebilir: Doğduk ve öleceğiz. Arada nasıl vakit geçirdiğin, sana neyin iyi geldiği çok önemli. Dolayısıyla anlama çabası da değişim de hep vardı ve var olacak.