Boşluklarımız, hafızamızdaki boşluklarımız, içimizdeki boşluklarımız; bağımlılıklarımız, onda şifayı bulduklarımız, bizi tamamlıyor sandıklarımız; benzerimizle karşılaşmalarımız, anlaşılmak için kendimizi açtıklarımız ve yara aldıklarımız; sevdiklerimiz, gitse de içimizde taşıdıklarımız ve yük diye atmaya çalıştıklarımız; bir oyun yeri olarak hafızamız, hatırladıklarımız ve birlikte unuttuklarımız... Merkezine iki karakterin alkole ve birbirine olan bağımlılıklarını ya da aşklarını alan Karanlık Şarkılar'ın yaratım sürecine dair merak ettiklerimizi Tuğrul Tülek, Orçun Soytürk ve Derya Artemel ile konuştuk.
Metinle başlayalım istiyorum. Joe White'ın metninin merkezinde yalnızlıklarının ve hayatlarındaki giderilmez boşluğun devasını birbirinde arayan/bulan iki ruh var. Bu metni sahneye taşımaya nasıl karar verdiniz? Metni ilk okuduğunuzda sizdeki karşılığı ne oldu?
Orçun Soytürk: Hande (Aykun) ile üç dört ay kadar süren metin arayış sürecimizde bu metinle karşılaştık. Ben birkaç tane eleştirmen takip ediyordum İngiltere'de. Onların önerdiği oyunlara baktım. İlk Hande okudu. Sonra birkaç kere birlikte okuduk. Bu oyunu yapabiliriz diye düşündük. Sonra ben direkt Tuğrul abiye getirdim. Önce oyunu anlattım. Anlattığın gibi bir şey ise yapabiliriz, dedi. Metni gönderdim. O gece okudu. Ertesi sabah bu oyunu yapabiliriz, dedi. Metni okeyledik ve çalışmaya başladık.
Tuğrul Tülek: Genç bir tiyatro, ilk oyunları, o yüzden prodüksiyon anlamında bize alan sağlayan bir oyundu. O anlamda bence çok doğru bir seçim. Çünkü böyle oyunlar bulmak çok kolay olmuyor gerçekten. Aslında anlattığı hikâye gibi biçimlenen bir metin var. Hiçbir şey hatırlamayan iki karakter var. Dolayısıyla bu oyunu izlemek kitap okumak gibi bir deneyim sunuyor izleyiciye. Bütün o boşlukları kendileri dolduruyor, bütün o resimleri kendileri görüyorlar. Kiliseyi, kadının mutfağında geçen sahneyi ya da evleri, sokakları. Her şeyi aslında bir şekilde kafalarında tamamlıyorlar. O seyirci-oyuncu ya da seyirci-oyun ilişkisini de çok doğru bir yerden kuran; çok nevi şahsına münhasır bir oyun olduğu için çok istedim bu oyunu. O yüzden teşekkür ediyorum Orçun'la Hande'ye. Gerçekten şahane bir oyun bulmuşlar.
Derya Artemel: Tuğrul da beni aradı, dedi ki: "Derya bir metin var elimizde, okur musun? Yeni kurulan bir tiyatro. Arkadaşım Orçun var. Uzun zamandır biz zaten birbirimizi tanıyoruz." Okudum, güzel metin dedim. Bir oyuncu için çok elverişli bir metin fakat çalışırken daha da sevdim çünkü okyanus gibi; derinlerine daldıkça çok daha hoşumuza giden derinlikli yerleri oldu metnin.
Peki süreçten bahsedecek olursak. Biraz bahsettiniz ama ekip nasıl bir araya geldi? Orçun sen metni buldun Hande ile ve...
T.T.: Sonra Melisa Kesmez'e gönderdik. Bence oyunun doğru bir elde çevrilmesi çok önemli. Melisa çok sevdiğim bir arkadaşım. Daha önce de birlikte çalıştık, onun çevirdiği oyunları sahneye de koydum, oynadım da. Bayılıyorum onun sahne diline olan hakimiyetine. Bir de gerçekten çok derin, çok katmanlı bir oyun bu. Bir sürü, birden fazla anlama gelen sözcük var. Her iki dile de çok hakim birinin çevirmesi gerekiyor. Melisa şahane bir şekilde bunu çevirdi tabii. Şu an metnin %80'ini oynuyoruz. Süreçte, anlamı değiştirmeden başka cümleler kullandığımız yerler oluyor ama Melisa'nın çevirisi müthiş bir yol gösterdi bize.
Oyun, Tiyatro Garlik'in ilk işi. Biraz Garlik ekibinden bahsedelim. Nasıl bir ihtiyaçla ve niyetle kuruldu?
O.S.: Ben mezun olduktan sonra ilk oyunumu Craft'ta oynadım ve pandemiyle beraber her şey gibi o süreç de kesildi. Yeni mezun oyuncu olarak iş bulmam, yeni bir oyuna başlamam aslında beni çok yordu. Daha sonra bir oyun çalıştım fakat prömiyer yapmadı. Son zamanlarda da böyle çalışılıp çıkmayan ya da çıkıp iki oyun sonra biten oyunların sayısı çok arttı. Sonra Hande ile bunu neden biz yapmıyoruz dedik. Bildiğimiz bir yerden, bildiğimiz insanlarla kendi hikâyelerimizi, kendi istediğimiz şeyleri nasıl anlatabiliriz düşünmeye başladık. Metin arayışlarımız oldu. Aslında geçtiğimiz yaz bu fikri sesli ifade etmeye başlamıştık. Yılbaşına doğru da bu metinle karşılaştık. Ocak gibi çevirimiz bitti, teliflerimizi aldık. Şubat Mart gibi yapmayı düşünüyorduk aslında ama işlerden dolayı Mayıs'a sarktı. Sonra Mayıs'a da yetişemeyeceğine karar verip yazın prova yaptık. Daha geçen hafta prömiyer yaptık ama Garlik'in hikâyesi aslında bir seneyi geçkin bir hikâye.
Provalar ne kadar sürdü?
T.T.: İki buçuk ay sürdü. Ağustos’ta başladık.
Yoğun.
T.T: Evet evet. Bu sahnesi olmayan çok az tiyatronun başına gelecek bir şey. Biz oyunu çıkarttık iki hafta önce bitmişti, hazırdı oyun. O yüzden seyircili prova yapma şansımız da oldu. Aslında baya özgürce dolaşabildik. Çok sıkı çalıştık. Her boş anımızı birlikte bu oyun için geçirdik. O yüzden bana çok iyi gelen bir süreçti.
D.A.: Bayağı zihinsel bir süreç geçirdik önce. Uzun uzun oyunu okuduk. Tuğrul okuma kısmına çok önem verdi. O da bizi çok besledi bence bu oyunla ilgili çünkü çok duygusal da bir metin. Oyunun üzerinde zihinsel çalışmamız çok oldu, daha sonra ayaklandık.
T.T: Bir de burada şöyle bir önlem de aldık aslında. İki buçuk ay bir oyun çalışmak için aslında uzun bir süre ama bunu özellikle sahnesi olmayan bütün arkadaşlarıma öneriyorum. Kafanızda bir prömiyer tarihi belirleyin ve sonra bunun iki hafta sonrasına sahneler aramaya başlayın. Çünkü mutlaka yolda bir sürü aksilikle karşılaşıyor olacaksınız. O yüzden ben de rica ettim. Kafamızda bir prömiyer tarihi var ama bunu iki hafta sonrasına atalım dedim. Çünkü her şey olabilir, en azından yarım yamalak çıkmayalım, hazır olalım diye. Gerçekten de öyle oldu. Aslında bizim tahminimizden çok daha güzel gitti her şey. Çok büyük sıkıntılar çıkmadı. O yüzden erken bitirebildik ama eğer sıkıntılar çıksaydı yedek bir zamanımız vardı. Gerçekten içimize sine sine bol bol vakit geçirerek güzel bir prova dönemimiz oldu.
D.A.: Hatta bittiğine üzülecektik neredeyse. Çünkü çok mutlu çalıştık gerçekten. Metin de gerçekten çok güzel. Tuğrul'un da aynı zamanda oyuncu olması, bizimle empati kurup metni ayrıca çok sevip öyle gelmesi... Hepimiz aslında aşık olduk metne diyebilirim. Zevkli bir çalışma süreci geçirdik.
Metin zaten çok katmanlı ve oyuncaklı. Az önce de söylediniz. Oyunun ritmi de yüksek. Hızlı an ve duygu değişimleri yaşıyoruz seyrederken. Bu noktada provalarda sizi zorlayan şeyler oldu mu? Provalar sizde ne tür keşiflere vesile oldu?
T.T.: Şimdi elinizde sekiz tane sandalyeniz, iki tane oyuncunuz ve çok iyi bir metniniz var. Burada ne kadar iyi bir metin olursa olsun seyircinin ilgisini kaybetmesini istemezsiniz. Dolayısıyla oyunu, bu olabildiğince sade haliyle nasıl daha izlenebilir ve takip edilebilir bir hale getirebiliriz? Sürekli sahnede duran, karşılıklı konuşan iki insan görmeyi bir süre sonra hiçbirimiz istemeyiz. Dolayısıyla farklı açılar, daha sinematografik bir koreografi, resim kurma merakı... Bunun peşinden biraz gittim açıkçası. Oyunun bütününü gördüğümde, benim de tahmin ettiğimden daha hareketli. Metinde çok söz var, çok konuşma var ama galiba oyunun bu kinetik hali biraz daha kolaylaştırıyor onun takibini, izlemeyi. Bu arada tabi bütün durumları ve olayları birbirinden ayırmaya da yarıyor ama tabi ki her sahne sıfırdan başladığınızı düşünün. 37 sahnemiz var oyunda. 37 kere oyun başlıyor aslında. Dolayısıyla her seferinde o enerjiyi yenileyip başlamak lazım diye çok konuştuk, hep onları aradık, araştırdık. Şimdi artık canlı bir mekanizma oyun. Bakalım, şimdi seyircinin karşısında arkadaşlarım da aramaya devam ediyorlar tabii ki.
O.S.: Metin çok katmanlı olunca ister istemez biz ilk başlarda ayağa kalktığımızda oyuncular olarak çok yavaşlıyoruz. Hızlanma konusunda ben kendi adıma biraz zorlandım. Çünkü sanki bir şeyi kaçırıyormuşum gibi geliyordu. Bu metne hakim olmamakla ilgili bir şey değil. Tamamen oyunun ritmine adapte olmam biraz zaman aldı kendi adıma. Sahne sayısı arttıkça ve hızdan yardım almayınca oyuncu olarak biz; karşı tarafta izleyenler çok zorlanmaya başladılar. Bunu anlamam biraz zaman aldı. Prova süreçlerinde de en çok bu zorladı. Şu an geldiğimiz noktada oynarken de çok keyif alıyorum. O hız benim o sahneye başlamama çok yardımcı oluyor. Tamamen keyif aldığım, dinamik bir şeyin içinde hissettiğim bir şeye dönüştü ve bundan çok mutluyum kendi adıma.
D.A.: Aslında her oyun, oyuncu için bir meydan okuma oluyor. Metne baktığınız zaman size tanıdık gelen hisler bile çok başka şekilde zorlayabiliyor sizi. Oyunculuğun en keyif verici tarafı da bu. Bu oyun da sadece alkolizmle değil, aşka dair herkesin kendinde bulabileceği hislerin dışavurumuyla da ilgili olduğu için çalışmak çok zevkliydi.
Oyunun merkezinde her yere sirayet eden bir boşluk var aslında. Hem karakterlerin özellikle ayrı kaldıklarında baş ettikleri bir his olarak, hem hafızalarında ve alkolik amnezi diyebileceğimiz bir yer olarak, hem de sahne tasarımında. Oyundaki bu boşluğa dair bir şeyler söylemek ister misiniz? Sizler hayatlarınızdaki boşlukla ne/ler yaparsınız?
T.T: Bazı yazarlar aslında oyunun anlatmak istediği şeyi oyunun diline katarlar. Joe White da bu oyunda tam da bunu yapıyor çünkü tam da dediğiniz gibi büyük bir boşluk var. Adı da Blackout Songs. Sürekli bir blackout yaşıyor karakterler. O yüzden de zaman ve durum atlamalarını ya da birbiriyle çelişen sahneleri bir yerden sonra sık sık görmeye başlıyoruz. Seyircinin aklını da karıştıran bir yazım biçimi var aslında. Dolayısıyla sahnede iki oyuncu dışında başka hiçbir şey görmeme fikri de yazarın aslında metnin içerisinde barındırdığı bir şey. Sadece bunu anlatabilmek, yapabilmek başta beni çok korkuttu. En başta biz aksesuarlar kullanalım diye başladık ama gerçekten seyircinin hayal gücünü ve seyircinin bu hikâyeyi kurarken kendi kafasında canlandırma özgürlüğünü elinden almayan bir oyun. Biraz seyircinin hayal gücüne güvendim, güveniyorum aslında hâlâ. O yüzden beni bir yerden sonra hiç korkutmadı sahnede hiçbir şey olmaması, o boşluk hissi. Yavaş yavaş her şeyin sahneden gidiyor olması çünkü aslında hatırladığımız hiçbir şeyin kimsenin kafasındakinin birbirine benzememesi. Aslında o hatıranın sana ait, ana özel bir şey olması. Bu oyun da aslında seyirci için kendine özel bir hale getiriyor oyunu çünkü birinin gördüğü, hayal ettiği resmin, yanındaki koltukta oturan kişinin gördüğü gibi olmayacağına eminim. Dolayısıyla herkes kendi resmini tamamlıyor. Bu yüzden seyirci için de çok bireysel bir deneyim oluyor. Yazarın öngördüğü bu fikri çok sevdim ve ondan asla vazgeçmeyip ona tutunmaya karar verdim.
O.S.: İlk provaya başladığımızda bu boşluk biraz korkutucuydu bir oyuncu olarak. Hiçbir şeyim yok. Derya, ben, sandalyeler. Öyle bir boşluk. Sonra oynadıkça birbirimize alıştık tabii. Tuğrul'un da bize yardımcı oldu, "Bakın burada en çok güvenebileceğiniz şey ikinizsiniz ve bunu koparmamanız gerekiyor. Zaten boşlukları olan bir tekst. Siz birleştiremezseniz seyirci birleştiremez." dedi. Bu boşluklar hem izleyici açısından keyifli bir hale dönüyor hem de ben oyuncu olarak çok keyif alıyorum.
D.A.: Karakterlerdeki boşluk hissinin aslında çocukluk travmalarından kaynaklandığını biraz oyunda da görüyoruz. Kadının babayla sorunu var. Adamın da annesiyle babasıyla hastalık geçmişi olmuş ayrıca. Çocukluklarında da o boşluk hissini sevgiyle dolduramadıkları için o hissin yerine hep başka şeyler koymuşlar: Alkol, belki birine aşırı bağlılık/bağımlılık, kendiyle kalamamak, yalnızlıktan hiç hoşlanmamak. Kadının mesela sürekli bara gidip orada oturması var. Kendiyle kalamamak aynı zamanda. Yani boşluk hissini birbirleriyle ve alkolle doldurmaya çalışıyorlar.
Oyundan "Bir resmi anlamaya çalışmazsın onu hissedersin." repliği kaldı bende. Karakterler de aşklarını biraz böyle yaşıyorlar aslında. Akılla kurulan, huzurla güvenle akan hayatlarındansa arzularının peşinden gitmeyi, karanlık taraflarını da hesaba katıp yaşadıklarını/tamamlandıklarını hissetmeyi kısaca birbirlerinin yanında olmayı seçiyorlar. Bu noktada sizin aşk tanımınız, bu ikisinden hangi yere daha yakın merak ediyorum. Huzurlu ve güvenli olana mı; yoksa karanlık da olsa yaşadıklarını ve tamamlandıklarını hissettikleri yere mi?
T.T: Aşk illa karanlık bir şeye doğru gidiyor. Buradan herhalde huzurla, sağ salim çıkan yoktur diye tahmin ediyorum. Her şeyin içinde olduğu bir şey aslında. O kadar çok şey var ki içinde bir tanımı yok yani. Karanlığı da güzel, aydınlığı da güzel. Kabul edip yaşamak lazım.
O.S.: O da bazen yaşadığını hissettiren bir şey. O karanlık şey de seni orada tutuyor. Acaba o olmasa o zaman ona da aşk der miyiz? Bilmiyorum, demeyiz herhalde.
T.T: Seni bile tanımadığın bir insana dönüştürüyorsa aşktır işte o. Abuk sabuk şeyler yaparsın. Yaparsın, bundan da mutlu olursun. Kendini çok kötü durumlara da sokarsın, müthiş durumlara da sokarsın. Sonuçta bunları sana yaptıran aşktır yani.
D.A.: Yüksek yaşanan bir şey yani. Onun olduğu yerde mantıktan çok söz edilebilir mi emin değilim.
T.T.: Bazısı için daha huzurlu bir şey bazısı için daha huzursuz bir şey. Oyundaki iki karakter için daha huzursuz bir şey. Huzursuzluktan mutlu olan insanlar vardır ya zaten oyunda da adamın bir lafı var: "Çok mutluyum diye üretemiyorum." diyor, bu kadar basit.
O.S.: Bir araya gelince sahiden zor bir çift. Ayrı ayrı başka bir şey konuşulabilir ama ikisinin bir arada olması, iki alkoliğin, iki tane böyle ruhun bir araya gelmesi işleri zorlaştırıyor. Bir yandan çok da keyif aldıkları, eğlendikleri, bir sürü şeyi beraber yapmaya çalıştıkları anlar onları ayakta tutuyor. Zaten mantık devreye girse böyle yapar mı bilmiyorum.
T.T.: Aşkın bence en büyük tarafı dünyada senin gibi başka bir insan daha var hissiyle ilerlemene sebep oluyor, bir süre en azından. “O da benim gibi hissediyor, ben de onun gibi hissediyorum” diyorsun. Oyundaki iki karakterin hissettiği şey de bu aslında. Bir balonun içinde sadece bize ait bir şeyi kendi kurallarıyla yaşıyorlar. Dışarıdan baktığında çok kötü gelebilir sana ama onlar için onlara iyi gelen bir şey. Aşkta öyle çok plan program olmuyor, yaşıyorsun işte.
O.S.: Mesela bu iki karakterin bir arkadaşı olsa ne tavsiye verir ama benim savunmam da şu olur: çok eğleniyorum. Dolayısıyla yaşayan için çok yüksek bir duygu.
T.T.: Sorgulamaması gerekir.
O.S.: Evet.
D.A.: Çünkü yaşadığını bütün hücrelerinde hissediyorsun aşık olduğunda.
Son olarak oyunda en sevdiğiniz cümleyi sorsam?
T.T: Bir tanesi az evvel sizin dediğiniz: "Bir resmi anlamaya çalışmazsın onu hissedersin."
O.S.: Benim orada bir tane daha var: "İnsan denen varlık sonsuza kadar diğer yarısını arayarak geçirsin zamanını, hep bunu istesin." O blok bana hep çok iyi geliyor ama çok fazla var bu oyunda.
D.A: Evet gerçekten çok güzel yazılmış, şiir gibi lirik de bir metin birçok yeriyle bence. "Bana beni sevdiğini söylemiştin, beni sırtında taşıdığını." diyorum bir yerde.
T.T: Ben bir de senin hikâye anlattığın bölümü seviyorum.
D.A: "Beni öpüyorsun ve bu harika bir şey. Bu dünyadaki harika öpüş senin içinde eriyorum."
T.T.: Muazzam gerçekten.
D.A.: Müthiş. Çok güzel bir aşk tiradı gerçekten.
O yakınlık anları çok iyi işliyor oyunda duygu ve imaj olarak. Kilise sahnesinin sonundaki o fotoğraf da mesela.
D.A.: "Bu benim bedenim ve onu sana veriyorum." diyor. Metne aşık olduğumuz için yanlış kişilere soruyorsunuz, bütün teksti söyleyeceğiz size.
O.S.: Demin Derya'nın söylediği kısımda çocuğun söylediği laf: "Biz insanları taşırız içimizde, sırtımızda sevdiğimiz insanları." Bu gerçekten böyle.
T.T.: Aslında ne kadar basit anlatmış ama anlıyorsun ne demek istediğini.
D.A.: "Sonra gitse de içinde taşımaya devam ediyorsun." Bu çok zor çok da güzel bir şey bir yandan.
En yakın temsili 17 Kasım'da DasDas'ta gerçekleşecek oyunun biletlerine buradan ulaşılabilir.