Published in  
Röportajlar
 on  
October 21, 2024

Sanat, Göç ve Kişisel Yolculuklar

Disiplinler arası sanatçı Can Bora, performans sanatını, hikâye anlatıcılığını, oyunculuğu ve daha fazlasını birleştirerek insanın kendisiyle ve dünyayla olan bağlantısını araştırıyor. Kültürel kodları, bireysel ifadeyi ve toplumsal dinamikleri sanatına yansıtan sanatçı, ötekileştirmeden birlikteliğe uzanan bir yolculuk sunuyor. Amsterdam’da yaşayan sanatçının kültürü eşeleyen kuir bağlar kuran işleri ile ilgili sohbeti işin değil sanatçının uzmanına yani yakın arkadaşı Meriç Yirmili'ye bıraktık. Ortaya okudukça derinleşen bir sohbet çıktı.
Kategori
Röportajlar
Tarih
21/10/24

Sanat, Göç ve Kişisel Yolculuklar

Disiplinler arası sanatçı Can Bora, performans sanatını, hikâye anlatıcılığını, oyunculuğu ve daha fazlasını birleştirerek insanın kendisiyle ve dünyayla olan bağlantısını araştırıyor. Kültürel kodları, bireysel ifadeyi ve toplumsal dinamikleri sanatına yansıtan sanatçı, ötekileştirmeden birlikteliğe uzanan bir yolculuk sunuyor. Amsterdam’da yaşayan sanatçının kültürü eşeleyen kuir bağlar kuran işleri ile ilgili sohbeti işin değil sanatçının uzmanına yani yakın arkadaşı Meriç Yirmili'ye bıraktık. Ortaya okudukça derinleşen bir sohbet çıktı.

Kategori
Röportajlar
Tarih
21/10/24

Sanat, Göç ve Kişisel Yolculuklar

Disiplinler arası sanatçı Can Bora, performans sanatını, hikâye anlatıcılığını, oyunculuğu ve daha fazlasını birleştirerek insanın kendisiyle ve dünyayla olan bağlantısını araştırıyor. Kültürel kodları, bireysel ifadeyi ve toplumsal dinamikleri sanatına yansıtan sanatçı, ötekileştirmeden birlikteliğe uzanan bir yolculuk sunuyor. Amsterdam’da yaşayan sanatçının kültürü eşeleyen kuir bağlar kuran işleri ile ilgili sohbeti işin değil sanatçının uzmanına yani yakın arkadaşı Meriç Yirmili'ye bıraktık. Ortaya okudukça derinleşen bir sohbet çıktı.

Sen kendini nasıl bir sanatçı olarak tanımlıyorsun? Sence yarattığın sanat neyi ifade ediyor?

Kendimi aslında performans sanatçısı olarak görüyorum. Ama karışık medya yani disiplinler arası çalıştığım için yeri gelince hikâye anlatıcılığı, oyunculuk, koreografi ya da performans bazlı video art da yapıyorum. Tam ‘title’ım hakikaten “Crossfield” ya da “Interdisciplinary Artist” (Disiplinler Arası) diye geçiyor. Ama çoğunlukla sahne işlerine yoğunlaşıyorum. Normal bir tiyatro ya da dans gösterisi ile başlıyorum ve bu seyirci ile birleşiyor. Yani performans sanatının ilkelerini konvansiyonel dediğimiz, daha geleneksel gösterinin içine koyuyorum ve daha hibrit bir estetik ortaya çıkıyor. 

Peki tam olarak ne üzerine çalışıyorsun?

Sanatta da şöyle, “connectivity” “bağlılık” ya da “bağlantı” üzerine çalışıyorum. Bağlantıdan da iki kastım var: Biri insanın kendisiyle olan bağlantısı. Burada konu birazcık bireyin kendini çok rahat bir şekilde ifade etmesini barındırıyor. Şiddettin en görünmez ve (bu yüzden) en tehlikeli hali “bilişsel şiddet” (epistemic violence). Çünkü kültürel kodlamalar ya da cinsel tercih ya da insanın kendine ait zihinsel paternleri, düşünce sistemi, iç dünyasıyla olan bağlantısı bazen koparılıyor, bazen gelişiyor. Bunun üzerine çalışıyorum. Bağlantılığın diğer tarafı da şu: Bir toplum içinde, bir dünyada yaşıyoruz. Bir sürü beden var. İnsan bedenleri, hayvan bedenleri, doğaya ait olan bedenler. Ve sürekli bir yeniden oluşum içindeyiz. Her şey birbirine bağlı. Dolayısıyla yaptığım işlerde “ötekileştirmenin önüne nasıl geçebiliriz”i konuşuyorum. Yani sen-ben diye ayrılmaktan öte, nasıl biz olabiliriz? Bunun için de performans sanatı ve enstalasyon yapıyorum. Daha duyum bazlı. Yani bedendeki duyumları aktive edip, birbirimizi etiketlemediğimiz bir yerden, tekrardan nasıl yepyeni bir ilişki kurabiliriz? Özetle bunları araştırıyorum. 

Yani sanatının aslında vermek istediği ana mesaj bağlantı üzerine… Bağlantı ilhamını kendi hayatından mı alıyorsun? Yoksa haberlerden mi? Ya da bulunduğun yerin yapısından mı? Türkiye'den Amsterdam'a gittin ve orada yaşıyorsun. Bağlantıyla alakalı yansımalar orada da var. En çok hangi alandan besleniyorsun sanatını yaratırken? 

Sanırım üç farklı cevap var: Bir, çocukluğumdan beri kendi kendimin kobayıyım. Kendimi anlamaya çalışıyorum. Düşünce sistemim, duygu sistemim, insan olarak bir de bir spiritüel tarafımız var. Hep kendimde ne sorun var ya da içerideki duyguları nasıl şekillendirebilirim diye soruyorum. Yani kendimi kullanıyorum ama bunun dışında tabii ki pop ve tekno kültürden de besleniyorum. Onun dışında Derrida, Levinas, Bataille, Sufizm ve mimari en büyük ilham kaynaklarım!
Öteki taraftan tabii ki dünyada var olup biten konular var… “Global warming” (küresel ısınma) ya da şu an Türkiye ve Avrupa da çok sağcı bir tarafa doğru geçiyor. Bunun insan ilişkileri ve ülkeler arası ilişkilerdeki etkisi ne? Politik açıdan da tabii ki her şeyi gözlemliyorum. Tam ilhamın nereden geleceği belli olmuyor ama genelde arkadaşlarımla sohbetlerim, dış dünyadaki gözlemlerim, kendi içimde yaşadıklarım, bir şey üretmeye başladığım zaman hepsi bir araya geliyor zaten. Artez'de mentörümün bana söylediği çok tatlı bir şey vardı. “Personal is always political” derdi. Yani “kişisel olan bir sorun zaten politik bir sorundur”. Sosyal sorumlu olan bir sanatçı kafasından, kendi meselemi nasıl daha genişe açabilirim? Dertleri bulduktan sonra bir de onun tranzisyonu, açılması var. Bunun üzerine çalışıyorum. 

Peki, zaten biraz önce de bahsettin, farklı tarz ve araçlardan yararlanıyorsun ama uygulamaktan en fazla hoşlandığın araç hangisi ve neden? 

Güzel soru. Ben buna “cevap şudur” diyemiyorum. Çünkü metin yazmanın bambaşka bir kafası var. Hareketin bambaşka bir kafası var. Ben bir hikâye anlatmak için kelimelerin gücüne inanıyorum. Daha duyumsal, yani insanların sinir sistemlerinin ve duyumlarının aktive olduğu enstalasyon ya da performanslar yaparken hareket tek olayım. Bir de 20 yaşından beri de takıntılı olduğum bir konu var, o da “Greenbox”. Tiyatroda da video yaparken de... Çünkü yeşil perdenin önünde istediğin dünyayı kurabiliyorsun, çok mucizevi. Şu andaki fetiş noktalarım onlar. 

İstediğin şekilde ideal bir çalışma ortamı nasıl olmalı? Yani nasıl bir yerde rahat edersin? Nasıl şartlar altında çalışmak istersin? 

Kendime ait büyük bir stüdyomun olması en büyük temennim. Ve özellikle finansal açıdan, stabil bir gelirimin olması lazım ki kafam çok rahat bir şekilde sanatsal üretim ve araştırma yapabileyim. Ama nerden baksan 15-20 senedir bu durum hâlâ böyle eşitlenmedi. Ama elimden geleni yapıyorum. Kanımca sanatçıların %95’inin derdi de bu. 

İstanbul’da yaptığın işlerin farkı neydi?

İstanbul'dayken genelde daha çok “otobiyografik” işler yapıyordum. Kendimden, kendi derdimi alıp, onu bir biçimde sahneye döküyordum. Ama Artez'deki master programında aslında kendimi buldum diyebilirim. Çünkü okul bize neyi, neden yaptığımızı açıklamayı öğretti. Ve şunu fark ettim, ben hakikaten duyum bazlı çalışıyorum. Bedenimizin bambaşka bir dili var, bedenin en büyük teknolojisi diye nitelendireceğim şeyi, yani beden duyumlarını nasıl aktive edebilirim? Rasyonel bir hikâye anlatmaktansa bunları takip ediyorum. Ama yine olay hep ötekileştirmeye geldi bende. Ötekileştirmeden de kastım, sen-ben ayrımı. Tabii bu sen-ben ayrımı çok basit ama farklı ülkelerden insanlar ya da LGBTQIA+, yani dışlama, dışlanma, itme, yok sayma, ghosting, sosyal eşitsizlik…  Şu an mesela bir yerde bir savaş var ve koca bir kıta hiçbir şey yapmıyor. Bu da bir ötekileştirme. Hep şu an buraya doğru kayıyorum ama ötekileştirmenin nasıl üzerine çıkabiliriz diye düşünürken kullandığım medium açıkçası temas. Yani fiziksel temas ve insanları birbirine nasıl yakınlaştırabilirim?

Biz niye sadece Türkiye'de değil, niye dünyada bir non-binary bir milletvekili görmüyoruz?

Yine de şu ara İstanbul’u yanında taşıyormuşsun gibi…

Evet ama orada yapılmayacakları yapıyorum. Geleceği speküle etmeyi çok seviyorum. Türkiye'deki en son seçimlerde kazanan parti, gece konuşma yaparken LGBT'leri tehdit etmekle başlamıştı. O gün “Biz niye sadece Türkiye'de değil, niye dünyada bir non-binary bir milletvekili görmüyoruz?” diye düşündüm. Bütün kültürel ve politik kodlamaların dışında ama hakikaten küpeli, belki makyaj yapan non-binary bir milletvekili niye hayatımızda yok? O da bir birey. O fikirden yola çıkarak böyle bir görsel iş yaptım. Yani hayali bir Türk milletvekilini, onun kampanyalarını düşündüm. Gönül ister ki performans sanatı olsun. Yani müzede bir yerde sergilenmesindense mesela İstanbul'da bir alt geçidin üstünde düz büyük bir şey olsun. İnsanlar ya nefret edecek ya tebrik edecek. Çok ikilemli bir yerde. 

Onun dışında yine LGBT'den gireceğim. Geçen Şubat ayında Kına Gecesi konulu bir performans yaptım. Kına Gecesi bir ritüel ve ben ritüelleri çok önemli bulurum insanın sadece kendisiyle değil ama içinden geldiği kültürle olan bağlantısını hatırlaması için. Ama tabii ki Kına Gecesi'nin orijinalini tam bilmiyoruz. Çünkü bütün bu gelenekler sözsel olarak anlatıldı. Fakat şu anda içinde yaşadığımız toplumda kına gecesi tamamıyla bir heteronormatif sistem. Yani maalesef gelin, adamın, yani kocasının malı olarak görülüyor. Bu da “Nerede eşitlik, nerede ilerleme, nerede daha toplumsal gelişim?” gibi bir sürü konuyu devreye sokuyor. Bir de özellikle büyük şehirlerdeki kına geceleri de tam bir “entertainment” yani o da bambaşka bir kafa. Şunu düşünmüştüm, tarihte eşcinseller hep saklanmak zorunda kaldığı için eşcinsellerin aslında kendine ait, çok uzun bir tarihi yok maalesef. Ve dolayısıyla geylerin bildiğimiz ritüelleri de yok. Bahsettiğim gündelik ritüel değil, daha kültürel ritüeller, kına gecesi gibi… Aslında orada tranzisyon halinde olan bir kişi var. Anne evinden bambaşka bir eve taşınıyor. Hayatında büyük bir sosyal değişim oluyor. Kına gecesinde o kadınlar bir araya gelip, birlik içinde -benim gözlemim böyle- hayatında statüsü değişen kadına manevi destek veriyorlar.

Kendini anlatsan biraz…

35 yaşındayım. Şimdi Amsterdam’da yaşıyorum. Daha önce İspanya'daydım, öncesi Fransa. Yalan yok, kendi kültürümü seviyordum ama çok çok da kucaklamıyordum. Şimdi yaşla beraber oldu bu galiba. Olgunlaşıyorum. Artık bağlı olduğum kültürü çok seviyorum ve çok zengin geliyor; özellikle Avrupa'da bu kadar dibi yaşadıktan sonra… Bu bağla kafamda speküle ettim, “evleniyorum ve kına gecesi yapmak istiyorum.” Çünkü oradaki o “birliktelik ve destek” çok önemli. O zaman tamam, bir kına gecesi yapalım, gösterinin adı da "Henna Night Reimagined: Unveiling the Spectrum of Self" olsun. Yani yeniden tasarlanan bir kına gecesiydi gösterideki kına gecesi. Burada tabii ki bir de anne var, elveren. Ama bu bir drag queen. Ve bir zeytin ağacı veriyor bana. Ben doğayla ilişki kurmayı çok seviyorum. Bir ağaçla insan bedeni arasında bir fark yok. Oyun için Başak Layiç ile çok güzel bir metin yazdık. Özellikle ilişkilerin anatomisi, işlevi ve ne olması gerektiği üzerine. Biriyle beraber olduğun zaman onun üstünde bir güç ya da bir erk sahibi olmuyorsun. Sen bir ağaçsın, karşı taraf da bir ağaç ama senin ağacın değil. İki ağaç beraber bir orman yaratacak. Daha eşit, daha birbirini besleyen, daha sağlıklı bir ilişki yaratma niyeti…. Ve her ritüelde de bir kurban etme, bir şeyden feragat etme ilişkisi var. Biz de gösteride, şunu dedik: “Sen, evlenen kişi, partnerin, etrafındakiler ve dünya üstündeki kontrolünü feragat etmeye hazır mısın?” Çünkü bu da yine insanın biraz kendini bulması, ayaklarının yere sağlam basması, yani o bireyselliğini oluşturması ile ilgili. 

Birinden gitmek de bir göç. Kendi içimdeki bir noktayı bırakmak da kendi içimde bir göç. 

Bir de göçmenlikle ilgili işin vardı sanırım.

Evet, göçmenlik üzerine bir video art yapmıştım. O da beklenmedik, enteresan bir iş oldu ve Amsterdam'da üç farklı yerde gösterildi. Orada da şundan bahsetmek istemiştim… Birazcık daha içe dönük bir bakış açısından bakınca göçmen nedir? Bir yerden bir yere gidiyor. Göç etmek fiilini çok daha açabiliriz. Ülkemi bıraktım, evimi bıraktım, partnerimi bıraktım. Birinden gitmek de bir göç. Kendi içimdeki bir noktayı bırakmak da bir göç. Ama videoda benim yapmak istediğim şuydu; hepimizin kendimize ait farklı arketipleri, içsel dinamikleri var. İçerideki sistemde, dışarıdaki sistemde, toplumda da hepimiz beraber yaşıyoruz. Ama birbirimizle iyi bir bağlantıda değiliz. Onun altını çizmek istemiştim. Ama ne olursa olsun, tutunmak istediğimiz ve ihtiyacımız olan da ana şeyler var. Video’daki bu ana şey, bembeyaz bir kağıt parçası, yani “oturum izniydi”.

Türkiye'den gittikten sonra daha fazla Anadolu kültürünü sahiplenip, oradaki şeyleri daha fazla yansıtmaya başladın. Buradayken daha böyle içsel bir süreçteydin, daha kendini anlatır bir durumdaydın. Ama şu anda aslında bulunduğun toplumun içinde o bağlantıyı da kendi toplumunla ve diğer insanlarla kurmuş gibisin. Yani eskiden tamamen kişisel bir yerden bakarken, şu anda daha geniş bir çerçeveden bakıp aslında o paternler üzerinden kendini tanımlıyorsun. 

Benim de gözlemim şu, Türkiye'deyken içinde bulunduğumuz şartlar bizi hep bir şey olmaya zorluyordu. Yani her gösteride “Tamam oldun, kendini kanıtladın” gibi bir dinamik vardı ve çok rahatsız ediciydi. Bir sanatçının hayatı, yani hepimizin, insanın hayatı, sanatsal gelişimi diye bir şey var. Her şey akışta ve yaptıkça, pratikle gelişiyor insanın karakteri de sanatsal üretimi de. Böyle düşünmek beni daha iyi hissettiriyor. Dediğim gibi yaşla beraber olgunlaşmak ya da belki Türkiye'den çıkmanın da faydası var. Çünkü Türkiye'de, sen çok iyi biliyorsun, çok daralıyordum. Networking çok zor ya da avangard bir iş yapmak istediğiniz zaman insanlar size destek vermiyor. Ne manevi, ne maddi açıdan… Bu çok rencide edici. Ama göç etmenin verdiği hüzün ya da ayrılık acısından da evet şu an Türkiye’deki kültüre ben bambaşka bir gözle bakıyorum ve kendimi bu kültürü savunurken buluyorum. Beraberlik, yardımcı olma açısından çok zengin bir yere sahibiz ve bunun Avrupa'da benzeri yok. Akdeniz ülkelerini geçiyorum ama en azından Kuzey ülkelerde böyle bir şey yok. Kuzey ülkelerinde mesafe var. İnan kafam karışık, üzerine düşünüyorum. Bizdeki mi sahte yakınlık, onlardaki mesafe mi daha sağlıklı… 

İlk gittiğin zaman Ufuk’la yaptığın bir iş vardı. O da aslında kültürümüzden besleniyordu. Belki ondan da kısaca bahsedersin. 

Ufuk'la yaptığımız iş tam pandemi zamanında Amsterdam Fringe Festivali'ndeydi. İsmi “BEYOND”. Ufuk Şenel, senelerdir beraber çalıştığım, hem ortağım, hem koreografım. Çok benzer yerlerden gidiyorduk ama hep kafamızda erotizm üzerine bir iş yapmak vardı. Tabii ki Türkiye'de yapamadık. İş Amsterdam'da kabul edildi. Sonra Türkiye'de herhalde ben dört büyük yerle görüştüm. İsmi olan, hem festival hem sanat kurumları… Bize geri dönüş yapmayan festivaller oldu. Açıkçası festival yöneticilerinin saydam bir cevap vermemesini garip buluyorum. Bu ilişki-bağlantı kurma tarzı da çok yıpratıcı ve yanlış. Başvuru yaparken bir ücret ödeniyor, başvuruları okumaya bir zaman ve emek ayrılıyorsa, iletişimin daha sağlıklı ve çift taraflı olması için sanatçılara cevap verme ve açıklama nezaketinde bulunmak, bunun için de aynı emeğin verilmesi kesinlikle çok önemli. Örneğin telefonda konuştuğum kişiler “tamam size iki hafta içinde kesin dönüş yapacağız” dediler, ama dönmediler. Klasik… Yaptığımız işte Kırkpınar yağlı güreşlerini baz almıştık. Çünkü orada homo-erotik bir şey var. Farklı ilişkilendirme modellerini gösterinin içine kattık. Ama gösterinin özü en son sahneydi. Yani iki alan, alan diyorum, iki kişi birbirini nasıl destekler, birbiriyle beraber nasıl yürür, hani 1 artı 1 eşittir 2 değil de 1 artı 1 nasıl 11 olurdu? Şu soruları soruyorduk, bir iletişim kurmak için bir penetrasyona gerçekten ihtiyacımız var mı? Penetrasyondan kastım fiziksel penetrasyon, duygusal penetrasyon, mantık çevresindeki penetrasyon ya da telepatik bir penetrasyon… BEYOND da öyle bir işti. Hani gönül ister ki onu hamamlarda falan sergileyelim ama üç sene öncesinin fikriydi. Yani yalnızlığın iyi bir tarafı var. Yurt dışında özgürsün ama işte yalnızlık da seni başka şeyleri deşmeye yönlendiriyor.

BEYOND

Biraz önce sanatı gerçekleştirirken yaşadığın sıkıntılardan bahsettin. Yani işte bir yerlere başvuruyorsun olmuyor ya da işin maddi anlamda yardım bulmakta, fon bulmakta zorlandığından veya kabul aldığın yerlerden, rezidanslardan fonların tamamının ödenmediğinden bahsediyorsun. Yani bu nasıl olmalı sence? Bir sanatçının sanatını icra edebilmesi için nasıl destekler alınması gerektiğini düşünüyorsun? Ya da nasıl bir dünyada daha fazla bir şey yaratabilirdin? 

Her şey hükümetlere ve politikaya bağlanıyor maalesef. Hollanda'nın Türkiye'ye nazaran iyi bir tarafı şu, çok fazla “funding” (maddi destek) var. Hakikaten şöyle kalın bir kitap kadar her türlü mesele, her türlü sanat disiplini ya da her türlü tema için farklı fonları bulabileceğiniz yazılı ya da online kaynaklar mevcut. Ve bu fonlara başvurduğumuz zaman hem bir gösterinin prodüksiyonu, hem de artistik sanat ekibinin kaşeleri çıkabiliyor. Dolayısıyla bir gösterinin seviyesini çok daha profesyonel bir hale getirebiliyoruz. Ama tabii ki hiçbir yer mükemmel değil. Mesela ben üniversitedeyken Fransa funding açısından çok iyiydi ama şu an hükümet değişiyor, krizler var. Sanat bütçeleri çok kesildi. Keza Hollanda'da da şimdi çok sağcı bir aday başbakan oluyor. O da sanat fonlarını çok aşağıya indirmeyi düşünüyor. Böyle olduğu zaman işler karışıyor. Çünkü bir sanatçının rahat ettirilmesi lazım. Başka türlü olmaz. Başka türlü o iş çıkmıyor. En son mesela Bursa Nilüfer Belediyesi Murat Daltaban ile çalıştı. Sanat direktörüydü ve 3-4 sene içinde mucizevi bir gelişmenin ardından belediyede değişim oldu. Yeni belediye sözleşmeyi yenilemiyor. Murat Daltaban Instagram’da yazmıştı bunu. Çok da güzel ifade etmişti. Diyor ki: “Veriler belli. Biz tiyatroyu aldık. Tiyatroyu çok daha fazla genç nesile yönlendirdik. Bu kadar kısa sürede bir sürü Afife Jale Ödülleri alındı. Kaliteli prodüksiyonlar. Cumhuriyetin 100. senesi için böyle büyük bir performans sergilendi. Yeni tiyatro yazar adayları için sempozyumlar yapıldı.” Sonra diyor ki: “Politikacılar, şundan lütfen artık emin olalım, sanatçılar sizin önünüzden gidiyor, rehberlik yapıyor.” Dolayısıyla politikacıların sanatçıları desteklemesi lazım. Ama olay burada güç savaşına döndüğü için herkes “hayır ben haklıyım!” diyor. Ne oldu? Çok iyi kurulmuş ve sistemi çok iyi işleyen bir tiyatro var. Şu an son verildi. Birazcık maalesef kendi evini pisletmek durumu, çok üzücü. Dolayısıyla bir biçimde yol bulunuyor. Kendi deneyimimden biliyorum ama yaşla beraber kendimi bu kadar ya da kendimizi bu kadar harap etmenin anlamı yok. Yani artık “ ben sanatçıyım, işte bu güdüme sahip çıkacağım, hiçbir şeyim olmazsa da her şeyi yaratırım” demek sağlıklı bir bakış açısı değil. Bunu ben de yaptım zamanında. Param yoktu. Kim 500 milyar İster yarışmasına  katıldım. Sabahın 6'sında kendi afişlerimi Beşiktaş'a astım. Crowdfunding kurdum. Ama böyle gitmiyor hayat. Dolayısıyla destek, özellikle maddi ve manevi destek olmadan sanat üretimi ya da yol göstericilik, özellikle “sosyal pratik ve sorumluluk” açısından sanat ilerleyemiyor. 

Peki sence senin en güçlü tarafın ne? Yani bütün yaptığın işler açısından ve bütün bu yolculuğunu göz önüne bulundurursak, hala devam etmeni sağlayan en büyük motivasyonun, en güçlü tarafın ne? 

Yaratma isteği. Yani çocukluğumdan beri vardı, şükür hâlâ benimle. Çok kolay demotive olan biriyim ama kafama bir şey koyduğum zaman da onu yapıyorum. Şükür o dinamik enerji hâlâ benimle. Çünkü yaratmazsam ben yokum. Konu oraya geliyor. 

Peki... İstersen biraz toparlayalım. Senin en fazla ilham aldığın ya da en beğendiğin performanslar, en beğendiğin sanatçılar gibi etkilendiğin, senin işini de etkileyen isimler var mı? 

Var tabii. Üniversiteden beri Amerikalı bir video sanatçısı var, Bill Viola. Görsel açıdan çok zengin, çok spiritüel temalarla besleniyor. Kalbimdedir kendisi, evimde her yerde afişleri ve kitapları var. Dans açısından özellikle Meg Stuart, o da Amerikalı bir sanatçı ama Berlin'de yaşıyor. Modern ve çağdaş dansı bambaşka bir yerden ele alıyor. İşte bu, insan ve beden dinamikleriyle alakalı. Onun dışında yine Belçikalı bir koreograf var, Jan Martens. O da beni çok besliyor. Tiyatro açısından çok bir şey diyemeyeceğim. Flemenkçem genel seviyede. O yüzden  klasik tiyatro gösterilerinden de uzak kaldım açıkçası. Bir de yeni bir koreograf var aslında Hollanda'da Arno Schuitemaker diye. Onun işlerine şu ara merak saldım. O da böyle daha çok erkek bedenleriyle, daha erotik bir yerden iletişim kuruyor. 

Çok güzel. Peki, son olarak da şunu sorayım. Eğer performans sanatçısı olmasaydın ve bu sanatla ilgilenmeseydin, ne yapmak isterdin? Nasıl bir alanda mutlu olabilirdin?

Kişisel gelişim, yoga eğitmenliği ve meditasyon eğitmenliği yapıyorum. Öğretmek, insanlarla beraber çalışmak hoşuma gidiyor. Daha doğrusu bir insanın potansiyelini ortaya çıkarmasını desteklemek benim hazzım. O yüzden de şimdi zaten, halihazırda HEALIVE. isimli bir marka kurdum. O da zihin beden sistemine denge getirmek, zihin sistemiyle çalışmak için üretilen yaratıcı bir metot. Ama eğer sanatçı olmasaydım, yapmak istediğim herhalde şu olurdu, gezmek isterdim çok fazla. Çok daha göçebe, birazcık bohem, free flow… Ve yazardım herhalde. 

Tamam, çok teşekkür ederim. Senin eklemek istediğin başka bir şey var mı? Bana eksik kaldı, bunu da ifade etmek isterdim dediğin bir şey olabilir mi benim atladığım? 

Şuna üzülüyorum; Türkiye kendi sanatçılarına çok destek vermiyor. Bu benim için çok rencide edici bir şey. Bunu maalesef İstanbul'da çalıştığım üniversitede de yaşadım. İstanbul'daki ismi önemli olan sanat kurumlarıyla da yaşadım. Halihazırda çok zengin bir geçmişimiz var. Hem teorik, hem pratik, hem Türkiye'ye gelemeyen gösteri kayıtları var mesela. Ama hiçbir şekilde bunlar kabul edilmiyor Türkiye'de insanlarla bunu paylaşmak için. Bunu birazcık şeye benzetiyorum… Sanki Türkiye çok misafirperver dışarıya karşı ama kendi içinde misafirperver değil. Bu üzücü. Bunun inşallah değişebileceğine tanıklık ederiz diye ümit ediyorum. Ümit de, ne de olsa, az tehlikeli bir şey değil…

Teşekkür ederim Can Bora.