Published in  
Meseleler
 on  
February 6, 2025

Onursuz ölümler ülkesi: Bir dizinin bitmeyen kötü finali

Umut veren bir yazı değil bu. Kalemimden kolay kolay çıkmayan tarzda küflü, karanlık bir yazı. Tam da bu dönem gibi…
Kategori
Meseleler
Tarih
6/2/25

Onursuz ölümler ülkesi: Bir dizinin bitmeyen kötü finali

Umut veren bir yazı değil bu. Kalemimden kolay kolay çıkmayan tarzda küflü, karanlık bir yazı. Tam da bu dönem gibi…

Kategori
Meseleler
Tarih
6/2/25

Onursuz ölümler ülkesi: Bir dizinin bitmeyen kötü finali

Umut veren bir yazı değil bu. Kalemimden kolay kolay çıkmayan tarzda küflü, karanlık bir yazı. Tam da bu dönem gibi…

Ortaokuldaydım bir insanın ölümünün nasıl politik olabileceği ile ilk karşılaştığımda. Edebiyat dersiydi. Diyarbakır’ın iki  Anadolu Lisesi’nden birinde, caddeye bakan bir sınıftaydık. Bir silah sesi duyuldu -ilk kez bir silah sesi duyuyordum. Birisi düştü. Bir araba hızla uzaklaştı, insanlar bağırdı. Hocamız perdeleri kapadı. Ders devam etti. Ertesi gün gazetelerde “faili meçhul cinayet” yazmış mıydı? O kadar alışıldık ki bu haber, kesin küçücük bir yer kaplamıştı sayfalarda ama o an benim aklımda hep yaşadı. O anın üstünden geçen yaklaşık 30 yıl sonra bugün o ölümün aslında bu ülkede yaşamanın özeti olduğunu anlıyorum. 

Evinin önünde patlayan bombayla ölen bir gazetecinin, tarihi ve büyülü bir minare önünde öldürülen bir avukatın, sokağın ortasında öldürülen ve üstüne gazete örtülen bir babanın, defalarca şikayet ettiği kocası tarafından bıçaklanan annelerin, işkence sonrası cezaevinden çıksa da kalbi çocuğunun büyümesini görecek kadar dayanamayan iyi insanların, eşinden gelen yıldönümü çiçeği kucağındayken yaşamını kaybeden mühendisin, tatil yaptığı otelde yanarak ölen birbirine sarılmış ailelerin, haksızlıklar içinde ölen yüzlercesinin, binlercesinin hikâyesini okuduktan, dinledikten onca zaman sonra bugün anlıyorum bunu. Üstümde bu ülkeyi sevmenin yorgunluğu… Açtığım bir haber sitesini okurken… Ağaçları, köpekleri, çocukları, balıkları, köylüleri, denizi, hayatı -yani devletin koruması gerekenleri- birey olarak korumak için çırpınmanın duygusal yorgunluğu üstüme çökmüşken aniden anlıyorum bunu: Böyle yaşadığın bir ülkede böyle ölüyorsun. Seneler önce şahit olduğum o faili meçhul aslında bu ülkede yaşamanın özeti. 

Size de bazen kötü bir dizinin oyuncularıymışız gibi geliyor mu? Senaryo berbat, sanat yönetimi sıfır, prodüksiyon yetersiz, yönetmen derseniz; ne siz sorun ne ben söyleyeyim… Üstelik 20 sezondur bitmiyor dizi. Hani bazen bir dizi o kadar kötüdür ki kötü olduğu için izlersiniz. Bu, öyle bile değil. Pespayelik, seviyesizlik, seyircinin aklına saygısızlık akıyor her sahneden. Yerli dizilerde seyirciyi aptal yerine koymak kadar sıradan bir şey yok. “Yönetmen koltuğu” etkisi mi bu? Bitmeyen kötülüklerin  kaynağı hep o koltuk mu?

Açık Radyo’nun karasal yayınının son programlarından birini dinlerken ölüm takıldı aklıma. Zaten son 2 senedir (Depremin üstünden 2 sene geçti, farkında mısınız?) ölüm kokusu hiç kalkmadı üstümüzden ama sanki uykusunda can verenlerin, bir enkazın altında nefessiz kalanların ve onların sevenlerinin ahları tüm ülkeyi sardı. Sanki canım ülke, içinde biriktirdiği ne kadar kötü damar varsa hepsini gün ışığına çıkartıyor birer birer. Soyguncular, tacizciler, çocuk istismarcıları, aç gözlüler, kibirliler, kadın katilleri, çocuk katilleri, köpek katilleri, bebek katilleri hepsini tek tek kusuyor. Yüzü kızarması gerekenler yüzsüzleştikçe, ses çıkarması gerekenler sosyal medyayla ilgilendikçe el arttırıyor: daha kötü, daha trajik, daha vahşi, daha akıl almaz ne kadar senaryo varsa hepsini izletiyor sırayla. Belki bu kadim topraklar özellikle yaşatıyordur bunları bize: bizim yapamadığımızı yapmak, bizi bu lanetle sarsmak ve kendimize getirmek istiyordur belki. Belki karanlığın sonu böyle gelecektir… 

Ya da belki de sadece ölüm korkusu ile yaşayan ama oturduğu koltuğa sıkı sıkı sarılan ve kendi yanlışlarını asla kabul etmeyip, dinine en ters düşen duygularla “Hesap vereceksin” diyen yönetmenlerin çektiği bu dizide birer figüranız hepimiz. 

Çok şey istemiyoruz. Tıpkı kızların okula başörtülü gidebilme hakkı kadar, sakallı devlet memuru olma hakkı kadar doğal hakların peşindeyiz aslında: Çocukların okula aç gitmemesi, kadınların taciz ve tecavüze uğramaması, canlılara ağaçlara, köpeklere, denize, tarihe, çocuklara, bebeklere zarar verilmemesi, verenlerin cezalandırılması, suçluların hukuki cezalarını alması, bilgiye erişimin engellenmemesi, gündelik ihtiyaçlarımızın ve özgürlüklerimizin (telefondan pede, seyahat hakkından barınma hakkına) kısıtlanmaması ya da ağır vergi ve ödeneklerle zorlaştırılmaması, adil bir sistemde yaşama ve onurla ölme hakkı. Adil olan, tek bir kişinin veya zümrenin adalet anlayışına, yararına olan bir sistem değil. Sade, düz bir insan olmaktan öte ne bir saraylar, makamlar, haksız kazançlar hayalimiz var ne de daha fazlası… Başrol olmakla ilgilenen çok az kişi var aramızda, zaten sorun da belki burada.

Hiçbir zaman ses çıkarmayı, birlik olmayı bilemedik. Nereden vurdularsa oradan ayrıldık parçalara, nar gibi, artık olmayan Diyarbakır karpuzu gibi. “Törelerimiz geleneklerimiz” diye diye kültürümüzü parçaladılar, saygısızlığı, yüzsüzlüğü, vahşeti kültür haline getirdiler biz sustuk, haklarımızı kullanmadık, başka dertlere düştük. Hepsini hak ettik (mi). 

Yine de en azından doğumumuz ve ölümümüz bize kalabilirdi. En azından ölüm onurlu olmalıydı. En azından doğumda ve ölümde vicdan olmalıydı, adalet olmalıydı. Her canlının eşit olduğu yegâne iki an değil mi doğum ve ölüm? Her canlının yaşamak zorunda olduğu o iki an… 

Doğumumuzdan son nefesimize kadar her anımızı haksızlıklar içinde geçiriyoruz bari kafamız kesilip yerlere atılmadan, ne olduğu muallak bir oyunun parçası olarak kucağımızda çiçeklerle, okul gezisinde otobüste, suçunu kabul edip istifa etmekten aciz yetkililerin verdiği izinler yüzünden kağıt gibi binalarda, oyuncak gibi trenlerde bitmeseydi hayatımız. 

Bari ölürken onurumuzla, insan gibi ölebilseydik. Yaşam koşullarımız kadar, ölümlerimiz de politik ve toplumsal bir savaşın parçası olmasaydı… Bari dizinin sonu iyi bitseydi… 

Kişisel not: Ben ölünce -ölümüm nasıl olursa olsun lütfen bir zeytin ağacı yapın beni -vasiyetimdir. Ona da izin verilmeyecektir, “ölüm sonrası şekli”ne de karışılıyor çünkü sadece yaşamakla bitmiyor her şey… Tamam bari en azından mezarımın başına bir Akdeniz yasemini, bir de zeytin ağacı ekin, bir de anneannemin yakınına gömün, vasiyetimdir.