Bugün gündelik hayatlarımızda dört bir yandan kuşatıldığımız güvencesizlik hissiyle, belirsizlikle ve şiddetle başa çıkmaya çalışıyor; her sabah gitmemiz gereken işlerimize gitmeyi ihmal etmiyoruz.
Bir ses var. Çok ses var. Sürekli nasıl kazanacağımızın formüllerini veriyor. Çok yardımsever, çok cömert, sağ olsun ama biz her gün kaybediyoruz: sevdiklerimizi, tutunduğumuz/bizi burada tutan değerleri, bugüne dek incelikle inşa ettiğimiz anlamları, bir şeylerin bir gün başka türlü olacağına dair umudumuzu ve nicesini. Kaybetmekle ne yapılır pek bilmiyor, kalsak kalamıyor gitsek gidemiyor bu eşikte öylece salınıveriyoruz. Sabrımız her geçen gün aşınıyor. Sonu selamet olmayacak o zaman, biliyoruz ama ne olacağı muamma. Al işte bir belirsizlik daha. Bir ses daha var: “Her şey senin elinde. Altından kalkamıyorsan senin yüzünden. Bak onlar nasıl yapıyor?” diye diye yetersiz hissettirmeye yemin etmiş. Sorun bizde değil, sistemin kendisinde biliyoruz ama en kırılgan anımızda bu sesin kuyusuna düşmek ten kaçamıyoruz. Maalesef. Korumamız gereken bir aklımız, çokça sevdiğimiz, mahalle sakini kedi-köpek onca arkadaşımız ve daha nicesi var.
Bu tabloda aşınan yerlerimizden içeri sızan öfke ise bir süredir yol arkadaşımız. Alıyor kabul ediyoruz. (İstesek de edemiyoruz)
Madem bunca zamandır beraberiz diyor; birlikte bunca vakit geçirdiğimiz öfkemizi tanımaya, bu duyguya yola devam etmenin imkanlarına, onu tehlikeli kılan sınırlara ya da faydalı olabileceği alanlara, öfkemize sahip çıkmanın ne demek olduğuna dair Klinik Psikolog Nergiz Özdemir Eke ile konuştuk. Bu noktada sohbetimizle devam ediyoruz. Buyursunlar.
Problem ya da sıkıntı yaratan öfkenin bizatihi kendisi değildir. Artık ortaya çıkmış öfkenin bilerek ya da bilmeyerek kontrol edilemez olması ve bunun bir sonucu olarak saldırganlığa ve şiddete varmasıdır.
Bize biraz öfke duygusundan bahseder misiniz, hangi durumlarda, hangi ihtiyaçlarımız karşılanmadığında açığa çıkar? Neyin alarmıdır?
Öfke, diğer duygularımız gibi temel bir insan duygusudur. En basit tanımıyla; kişinin temel ihtiyaçlarının giderilmesinde bir engel ile karşılaştığında gösterdiği doğal bir duygusal tepkidir ve aynı zamanda bu tanımdan daha fazlasıdır. Kişinin engellediği, yoksun bırakıldığı, incindiği, haksızlığa uğradığı, tehdit edildiği durumlarda ortaya çıkabildiği gibi başka bir duyguya ikame olarak da karşımıza çıkabilir. Öfkeyi bir alarm gibi tanımlayacaksak, öfkenin niteliğini alarmdan çıkan sesin yüksekliği belirleyecektir. Kuş tüyü düşse bile alarmı çalan araba mı yoksa büyük bir darbe aldığında ya da tehlike anında çalan alarm mı?
Bu noktada öfkenin çözülmesi/kurtulunması gereken bir duygu olduğu imajına dair neler söylersiniz?
Problem ya da sıkıntı yaratan öfkenin bizatihi kendisi değildir. Artık ortaya çıkmış öfkenin bilerek ya da bilmeyerek kontrol edilemez olması ve bunun bir sonucu olarak saldırganlığa ve şiddete varmasıdır. Eğer öfke, hiddet ve gazabı da barındırıyorsa daha yıkıcı olacaktır. Artık duygunun kendisi o kişiyi de ve ötekileri de etkilemeye başlamıştır. Duygudan artık eyleme dönüşerek ve bir şiddet aracı olarak kullanılması gibi. Diğer yandan “adı kötüye çıkmış'' öfke, kişinin dış dünya ile ilişkisinde ya da kişilerarası ilişkilerinde işlevsel ve koruyucu bir rolde de olabilir. Haksızlıklar karşısında, sınırlarımıza/temel yaşam haklarımıza müdahale edildiğini hissettiğimiz durumlarda; sindirilmiş, anlamlandırılmış ve hedefe dönük bir öfke ile tutum almak öfkeyi işlevsel bir şekilde kullanmamız anlamına gelir. O halde öfkenin hayatımızdaki ve yaşam pratiklerimizdeki yeri üzerine düşünmemiz önemlidir. Her daim içeriyi ve dışarıyı yiyip bitiren bir öfke mi; yoksa fayda sağlar yerde olan bir öfke mi? İlki ise kişinin bir profesyonelden destek alması ve bu denli bir yıkıcı öfkeye neden olan iç dinamikleri üzerine düşünebilmesi iyi olacaktır.
Peki öfke bize ne yapar?
Bir örnek üzerinden konuşabiliriz. Mesela profesyonel hayatında oldukça başarılı birinden bahsedelim. Terfi almaya en uygun kişi mobbing görüyor, psikolojik şiddete defaatle maruz kalıyor ve günün sonunda hak etmeyen bir başkası terfi alıyor. Tüm bu olanlardan dolayı o kişi öfkeli hissettiği için ona anormal davrandığını, patolojik olduğunu söyleyemeyiz çünkü anormal ve olağandışı bir durum var ve kişi de bu duruma dair normal ve uygun davranmıştır. Hatta bu olanları gülerek ve hiçbir şey olmamış gibi karşılamış olsaydı bir savunma mekanizması olarak neden ''bastırma'' ihtiyacı duyduğunu düşünürdük. Bu örnekten devam edersek; X kişisi bu haksızlık karşısında saldırganlaşıyor, fiziksel şiddet uyguluyor, ötekileri korkutacak düzeyde bir şiddet gösteriyorsa bu haklıyken haksız olan öfkeye dönüşüyor. Tüm olanlar karşısında işyerinde sessiz kalan, yapılan haksızlığı dile getirmeyen X kişisi yakın çevresine, ailesine arkadaş ve dostlarına bu öfkeyi yansıtabilir, bu öfkenin sonucu olarak fiziksel ve duygusal olarak zorlanmaya başlayabilir. Uyku sorunları, hayattan keyif alamama, yeme bozuklukları, dış dünya ile iletişim kurmama, hayat pratiklerini devam etmekte zorlanma gibi sonuçlar görülebilir çünkü kişi artık bu duygu ile kalmakta, bu duygunun zorlu yanıyla başa çıkmakta zorlanmaktadır. Uğradığı haksızlık ve engellenmişlik, değersizlik hissettirmiş ve kendilik algısındaki bütünlüğü bozarak tetikleyici olmuş olabilir. Bir gerçek var ki, her birimiz her duyguyu kendi meşrebimize göre yaşamaktayız. Bazen kırgınlık, hayal kırıklığı ya da yetersizlik duygusu ile kaldığımızda/bırakıldığımızda da öfke duyabiliriz. Bir diğerinin bizi yatıştırmasına, sakinleştirmesine ihtiyaç duyabiliriz. Öfke bir yanıyla görülmeye, duyulmaya olan ihtiyacın da bir semptomu olarak görülebilir.
Vücudumuzda öfkeyle nerede ve nasıl karşılaşırız diye sorsam?
Genelde öfke anında bedensel tepkiler ortaya çıkar; hızlı kalp artışı, yüz kaslarında belirgin değişme, gözlerden adeta ateş fışkırıyormuş hali, nefes alıp vermede zorlanma, sesin yükselmesi gibi. Bunlar durum anında ya da hemen sonrası verilen akut tepkilerdir. Kısa bir zaman içinde azalarak ortadan kalkar ancak bazı kişilerde daha uzun sürebilir. Ayrım burada başlar. Tıpkı akut stres tepkisi gibi durum ve koşullara uygun mu; yoksa üzerinden zaman geçmesine rağmen öfke ilk günkü gibi mi? Öfkeliyken bedensel tepkiler verdiğimiz gibi bilişsel olarak da tepki verebiliriz. Örneğin; herhangi bir şeye odaklanmakta zorluklar, motive olmakta güçlükler, dikkatin çok kısa sürede dağılması ve unutkanlık şeklinde kendini gösterebilir. İnsan bedeni duygulara duyarlıdır. "Göğüs kafesime sanki bir fil oturmuş"a neden olan şey anlam vermekte zorlanılsa da duygudur. Tezahürü bedende olmuştur.
Öfkeyle bir başkasında karşılaştığımızda nasıl davranabiliriz?
Bunun ne yazık ki tek ve en işe yarar yolu yoktur. Öfkeli olan kim, kaç yaşında, o kişiyle nasıl bir bağınız var, ilişkinin niteliği nedir, öfke anında sizin tahammülünüz ne düzeyde, öfkenin niteliği ve niceliği nedir gibi soruların cevaplarına yani duruma özgü davranmak gerekir. Öncelikle kişi bu öfke karşısında kendini güvenli hissedeceği bir yerde konum almalıdır. Şiddet ve saldırganlığa dönüşmeye ramak kalmış bir durumda kişinin ortamdan uzaklaşması ilk yapılacaklardandır. Öfkesine rağmen iletişime açık ve sizi duyan biri var ise de öfkesine neden olan şeyi anlatmasına zaman ve fırsat verebiliriz. Onu anlama çabası içinde olduğumuzun mesajını vermek de sakinleşmesine yardımcı olabilir. Bazen ise hiçbir şey yapmadan sadece duygusuna ve söylediklerine eşlik etmek gerekebilir. Mesela çocuklar öfkeli olduklarında İngilizce dilde bir filme Türkçe altyazı verir gibi; ''Sana oyuncağını vermedi. Sen tekrar istedin ve seni itti ve sen buna çok öfkelendin'' demek çok işe yarar. Anlaşıldığını ve duyulduğunu hisseden çocuk yatışır ve yüzü yavaş yavaş size döner. Yetişkinlikte de benzerdir. Tüm bu çabaya rağmen kişi yıkıcı, saldırgan, öfkesinin ötekine zarar verip vermediğini umursamayan bir yerde ise yapılacak şey durmak ve çekilmektir.
Peki öfkemizle ne yapabiliriz? Onu nasıl regüle edebiliriz?
Birçok duygu gibi öfkeyi ya da öfkeli olmayı erken dönemden itibaren öğrenmeye başlıyoruz. Gördükçe, maruz kaldıkça, olaylara nasıl ve ne düzeyde tepkiler verildiğine tanık oldukça biz de bu duygu bir yer ve tanım buluyor. Şanslıysak işlevsel yanlarıyla pratik ediyoruz; değilsek de geçmiş olsun demiyoruz elbette. Öfke, üzerine çalışıldıkça, sembolize edildikçe dönüşebilir, değişebilir ve son noktada artık öfke, kişinin hayatında onu motive eden, birçok tehlikenin varlığından koruyan, haksızlıklara karşı tutum almasını sağlayan bir duyguya dönüşebilir.
Regüle etmeye gelirsek; kimi bireylerde duygusal regülasyon zayıftır kimilerinde ise daha işlevseldir. Burada önemli olan kişinin kendisine ne iyi geliyorsa onu pratik etmesidir. Elbette o iyi gelenin bir başkasını rahatsız etmiyor olmasına özen göstermek önemlidir. Sosyal medyada sıklıkla üç dakikalık videolara rastlıyoruz. Üç dakikada öfkeni yen, stresi at, hayatını yaşa gibi. İşe yarıyor mu bilmem ama o kadar da kolay olmadığını söyleyebilirim. Regülasyon bir kaynaktır. Bu kaynağı kullanabilmek için deneye deneye öğrenmemiz gerekir. Eğer iyi gelen nefes egzersizi ise buna devam edebilir. Spor yapmak, müzik dinlemek, hiçbir şey yapmadan ayakta durmak da bunu yapabilir. Öneri değil ancak bendeki karşılığı; öfkeye neden olan o ''şey'' ne ise onu anlamaya çalışmak (anlayamayabiliriz), ardındaki dinamiğe bakmaya gönüllü olmak, o öfkeli anınımızda kendimizi nasıl algıladığımız, durumun içindeki diğer kişiyi nasıl algıladığımız üzerine düşünmek ve “bunun sonucunda ne hissediyorum” diye sormak… Genelde o duygu öfke sanılan başka bir duygu olabiliyor; değersizlik, yetersizlik, çaresizlik gibi.
Bugün gündelik hayatlarımızda; ülke gündemiyle, geleceğe dair belirsizlikle, güvencesiz yaşamlarımızla kol kola öfke ve çaresizlik hislerini çoğumuz deneyimliyoruz. Bu iki duygu arasında salınırken; depresyona sürüklenmemek için neler yapabiliriz?
İçinde yaşadığımız coğrafya travmanın 'vatanı' gibi. Geçmişten gelen ve hâlâ yüzleşilmemiş travmalar yıllar yılı öfkenin eşliği ile bugünlere kadar geldi. Öfke sarmaldır. Devam eden her şeye sirayet eder. Eşitsizliğe, her gün daha da artan toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, ev içi görünmeyen kadın emeğine, güvencesiz çalışan işçi ölümlerine, yoksulluk ve yoksunluğun her gün daha fazla derinleşmesine, sokakta yaşayan hayvanların öldürülmesi ile ilgili çalışmalara, çocukların yemek barınma gibi temel haklarından mahrum kalmasına, evdeki hesabın çarşıya uymamasına, LGBTİQ+ bireylere dönük kötücül/kışkırtıcı açıklamalara ve onlarca şeye tanık ettiğimiz bir yaşamda eğer öfke duymuyorsak hareket edemez, dönüştürüp değiştiremeyiz.
İnsan canlısını belirsizlikte kalmak endişelendirir. Bildiğimiz, aşağı yukarı tahmin ettiğimiz hazırlıklı durumlar karşısında genelde daha az kaygılanırız. İçinde yaşadığımız coğrafyada ise hergün bir başka haksızlığa uyanıyoruz. Sürekli teyakkuzda olmayı gerektiren hayat koşulları içinde yaşıyoruz. Barınma, en temel haklardan ve bugün her an evimizden çıkarılacak, bir sonraki ay kaç katı kira ödeyeceğimizle ilgili kaygıları barındırırken “eller havaya” bir hayat sürmek çok zor. Arzu ettiğimiz ile gerçekte yaşadığımız hayat arasında makas çok açıldı. Asgari ücretin asgari zorunlu ihtiyaçları bile karşılamadığı bir hayatta depresyona girmek lüks olmasa gerek çünkü artık olanlar bireysel değil sınıfsal bir problemdir dolayısıyla politik ve sınıfsal olan bir problemin çözümü ise yine politik ve sınıfsaldır. Depresyona girmek lüks olmasa gerek dedim. Çok uzun zamandır toplumsal travmaların bir sonucu olarak oradan çıkamadık ki tekrar girelim. “Yokluk ve yoksunluğun derinleştiği bir yaşamda mutlu olmanın yollarını öğrenmek için kişisel gelişim kitaplarını okuyarak üstesinden gelirsiniz” demiyoruz. İçinde doğduğumuz, büyüdüğümüz ve geliştiğimiz toplum travmatik olaylarla dolu ve bunlar bitmeyen uç uca ekli devam eden olaylar. Eğer toplumsal düzeyde bir yüzleşme mümkün olsaydı ve nispeten ortalık stabil olsaydı, patolojik olanı ve olmayanı ayırmak daha kolay olacaktı. Travmatik olaylar kişinin dayanma gücünü aştığı noktada dirayetini kırabilir.
Mesela her an olacağı söylenen bir büyük deprem bekleniyor. Yakın tarihimizde yaşadığımız deprem felâketlerinin bile yükünü atamamışken muhtemel deprem aşağı yukarı hepimiz için büyük bir tehdit. Afetlere artık salt doğal afetler diyemiyoruz.
Bu noktada toplumsal öfke ve çaresizlik duygusunun gelecek nesillere nasıl sirayet edeceğine, toplumu nasıl şekillendireceğine dair neler söylersiniz?
Yüzleşilmemiş, üzerine samimi bir özür bulmamış ve iyi tanıklığın yapılmadığı travmatik olgular kendinden sonraki kuşaklara kaçınılmaz bir biçimde sirayet eder. Hepimizde ilk çağrışımı Cumartesi Anneleri olacaktır. Yıllar yılı, sabırla ve gelecek bir haberin umuduyla aynı meydandalar. Kaybedilenlerin çocukları, çocuklarının çocukları bugün mücadele içindeler. Yok sayıldığında, görmezden gelindiğinde travmalar ortadan yok olup gitmiyor ta ki görülene, duyulana kadar etkisini her daim gösteriyor.
Mesela her an olacağı söylenen bir büyük deprem bekleniyor. Yakın tarihimizde yaşadığımız deprem felâketlerinin bile yükünü atamamışken muhtemel deprem aşağı yukarı hepimiz için büyük bir tehdit. Afetlere artık salt doğal afetler diyemiyoruz. Adeta insan eliyle yapılan travmalar gibi. Benzer şekilde geçen yüzyılın başından beri aynı topraklarda yaşayan farklı inanç gruplarına ait grupların birbirine hasmane, saldırgan ve düşmanca tutumları bunun tehcir, tertele, toplum katliam ve yakma gibi sonuçları ortadayken; özellikle son yirmi yılda yaratılan toplumsal yarık ve kindar nesil söylemleri bir bütün olarak toplumu bitmeyen korku, dehşet, çaresizlik ve öfke içinde bırakıyor. Tünel süreci diyebileceğimiz bu süreç aslında tekil travmalar gibi okunan olayların kronik, devam eden ve birbirinin ardıl sonuçları olan ve aslında mağdurdan mağdura saldırgandan saldırgana kemikleşen bir öfke ve akıl tutulmasıyla aktarılmaktadır. Buradaki kritik nokta şu; bütün bu süreci bir tarihselcilik içinde ele almazsak çözümler için palyatif (geçici) öneriler üretmek zorunda kalırız. Aslolan bu tarihsel bütünlüğü kuşaklararası aktarımı bir bütün olarak iyileştirebilecek politik, toplumsal ve yeni düşüncelerle emekten yana bir sistem kurmaktır.
Peki tüm bu zorluklarla, çaresizlikle kişisel hayatlarımızda nasıl baş edebiliriz ya da etmeli miyiz çünkü sosyal medyada ana akım bazı paylaşımların ve öğretilerin; öfkemizi fark edip kendi başımıza regüle etmemiz yönünde telkinlerde bulunduğunu ve bunun biraz da yalnızlaştıran bir öneri olduğunu düşünüyorum. Öfkemize sahip çıkıp onu eyleme gücüne dönüştürmekle ilgili bir öneriyle pek karşılaşmıyoruz…
Gerçekçi olursak çözüme yaklaşabilmenin iki sac ayağı vardır. İlki biraz önce bahsettiğim postmodernist okumayla kendini bütünden ayırmak; problemin, çözümün, kurtuluşun bireyin sadece kendisi ile ilgili olduğunu varsayıp bu çerçevede çözümler aramak ya da üretmektir. Yanlışlanabilir mi? Galiba hayır demek zorundayız ama daha kritik soru şu: İşlevsel mi? İnsanlık tarihinin bize gösterdiği sonuç, işlevsiz olduğudur. Başka türlü de bakabiliriz. Öncelikle problemlerin bireysel dinamikler barındırmakla birlikte sistemsel bir sorun olduğu içinde yaşadığımız en küçük birimden en büyüğüne kadar insani değerlerden yoksun işlevsiz sistemlerin sonuçta bireyi ''hasta'' ettiği ve hepimizin kendi bireyselliklerimizle uğraşmaktan bir adım öteye geçip en küçüğünden en büyüğüne işlevsiz sistemlerin yeniden kurulmasını sağlamak ve bunun için sorumluluk almak, hareket etmek tercihlerimi böyle bir bütünlük içinde oluşturmak ''bütüncül sağlık'' kavramının yegane işlevsel yolu olarak görünmektedir.
Böyle zamanlarda kendimizi ve çevremizi iyileştirme ihtiyacı hissediyorsak nelere dikkat edebiliriz?
Kişi öfkesi ile baş etmekte zorlanıyor, kişilerarası ilişkilerini olumsuz etkiliyor, öfkesi nedeniyle işini, eşini dostlarını kaybedecek noktaya geliyorsa, kendisine ya da bir başkasına fiziksel olarak zarar veriyorsa, öfke kontrol edilemez bir biçimde hayatının içindeyse bir ruh sağlığı uzmanından destek alması önemlidir. Bir arada olmak, bir diğerine destek olmak, iyi hissetmesine katkı sağlamaya çalışmak kıymetlidir ancak bunu bir yere kadar sağlayabiliriz. Tahammül sınırlarımızı zorlayan, o kişiden de çıkıp bizim için bir sorun haline geliyorsa bunun farkına varmak da önemlidir.
Son olarak bizimle paylaşabileceğiniz psikolojik destek veren ücretsiz ve ulaşılabilir mecralar/ hizmetler var mı?
Ne yazık ki ülkemizde sağlığa erişim de sınıfsal. Mümkün olduğunca gönüllü ağları ve bir araya gelen paydaşları desteklemek gerek. Birey ve toplumsal ruh sağlığı alanında çalışan ve gönüllü yardım sunan sivil toplum kuruluşlarına, meslek örgütlerine ulaşılabilinir. Üniversitelerin ilgili yüksek lisans bölümlerinin halka açık psikolojik danışmanlık merkezleri var. Birçok belediyede yoğun randevu programı olsa da oldukça etik çalışan ruh sağlığı uzmanları görev yapıyor.