Övül ve Mustafa Avkıran’ın karşısında hem Türkçe’yi daha iyi kullanmam gerektiğini düşünerek hem de tüm yaptıkları işlere saygımdan, elim ayağıma dolandı. Sonrasında da adeta “Sakınılan göze çöp batar” atasözünü doğrularcasına ben özendikçe bu sohbetin yayını talihsizliklerle karşılaşıp durdu. Yine de festivalin son günlerinde bile olsa yetiştim ve festivalin her sene tekrarlanması, başka şehirlere de taşınması dileğimi ifade edebiliyorum.
11 Ekim’de başlayan festivalin öncüsü Erdal Beşikçioğlu olmuş. Bunu Övül Avkıran anlattı: “Biz geçen sene Bodrum Uluslararası Tiyatro Festivali’ni yaptık. Tabii ki Erdal ve Elvin Beşikçioğlu ile birbirimizin şahidiyiz 30 senedir. Aynı dönemin sanatçılarıyız ve birbirimizi de takdir ediyoruz çünkü kurum tiyatrolarının dışında özel sektörde bu işi yapmanın mücadelesini verdik. Dolayısıyla da birbirimize ayrı bir saygımız, sevgimiz var, arkadaşlığımızın dışında. Bir de geçen sene yaptığımız festivali biliyor Erdal. Kent Tiyatrosu gündeme gelince “Bir festival yapın dedi”. Çünkü tiyatroculuktan gelen bir başkan.” Erdal Bey ile sohbetimizde ise festivalin uluslararası bir festival olması fikrinin Mustafa Avkıran’dan çıktığını öğrendim. Voltran gibi bir ekip değilse başka ne denebilir ki bu ekibe?
Erdal Beşikçioğlu’nu zaten tanıyorsunuz ama Övül ve Mustafa Avkıran isimleri hafızanızda asılı kaldıysa ufacık bir hatırlatma yapayım: Tiyatrolarda muhakkak izlemişsinizdir Övül Avkıran’ı ve güzelliğine hayran kalmışsınızdır. Belki de Pandora’nın Kutusu filminde tanışmıştınız kendisi ile. Şimdi hatırladınız mı? Eşi Mustafa Avkıran’ı ise popüler dizilerden, ses tonundan ve tabii tiyatrodan hatırlayacaksınız muhakkak! Ses tonu demişken; “Letters From Silivri” belgeselinde sesini duymuş olabilirsiniz. Duymadıysanız da bir şekilde izlemeye çalışın o belgeseli. Hiçbir tiyatro oyununu, filmini değilse bile en azından bulması zor olsa da o belgeseli izlemeye çalışın…
8 ülkeden 26 performansın sahne aldığı 15 günlük festivalde sahne sanatlarının farklı dalları vardı. En güzel detaylardan biri ise, festivalin sadece Avrupa ve Amerika ile sınırlı kalmayan bir “uluslararası”lıkta olmaması, Suriye’den de bir oyunun sahnelenmesi. Önyargıların tiyatro sayesinde kırılması mümkün olabilir mi? Daha önemlisi, bu festivalin bu sene ile sınırlı kalmaması ve belki başka şehirlere de örnek olması…
Hem oyunculukları ile hem de Beyoğlu’nun her sokağında başka bir ilham kaynağının saklandığı günlerde yarattıkları o unutulmaz mekândan, “garajİstanbul”dan biliyorum isimlerini Övül ve Mustafa Avkıran’ın. Ayda en az 2-3 kez gittiğim, çok şey öğrendiğim, çok şey izlediğim, çok güzel insanlarla tanıştığım garajİstanbullu zamanların özlemiyle kuruldu Rast da. O zamanki kültürel/duygusal/umutsal/yaşamsal zenginliği hatırlamak, yaşatmak, anlatmak, daha iyilerine zemin hazırlamak için. İşte bu nedenle bu röportaj önemliydi ve garajİstanbul’dan bahsetmeden bitemezdi.
Hayırlı olsun diyorum her şeyden önce. Nasıl ortaya çıktı KentFest, önce oradan başlayalım mı?
Övül Avkıran: Biz geçen sene Bodrum Uluslararası Tiyatro Festivali’ni yaptık. Tabii ki Erdal ve Elvin Beşikçioğlu ile birbirimizin şahidiyiz 30 senedir. Aynı dönemin sanatçılarıyız ve birbirimizi de takdir ediyoruz çünkü kurum tiyatrolarının dışında özel sektörde bu işi yapmanın mücadelesini verdik. Dolayısıyla da birbirimize ayrı bir saygımız, sevgimiz var, arkadaşlığımızın dışında. Bütün bunlar birikince onlar bizi çok iyi biliyorlar. Neyi yaptığımızı, neler yaptığımızı, mücadelemizi, emeğimizi, birikimimizi. Bir de geçen sene yaptığımız festivali biliyor Erdal. Kent Tiyatrosu gündeme gelince “Bir festival yapın" dedi. Çünkü tiyatroculuktan gelen bir başkan. Hiç böyle bir şey düşünmezken Erdal olduğu için kabul ettik.
Kim oynuyor?
30 senelik bir yoldaşlıktan bahsediyoruz. Bu sürede yaşadıklarınız apayrı bir sohbet konusu olur ama Erdal Bey’le sohbetimizde “Vatandaş istediği için bu tiyatroyu açtık” dedi. Böyle bir talebin olması çok güzel. Tiyatro izleyicisi son senelerde arttı ama izleyici alışkanlıkları ve profili çok değişti… Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ö.A.: İstanbul'daki tiyatroları uzun süredir takip ettiğimi, son dönemin iyi bir izleyicisi olduğumu söyleyemeyeceğim. Ama gördüğüm şu ki; tiyatro popüler kültürün biraz iyi tarafı da olabilir ama kurbanı da oluyor değil mi? Yani sahnede dizi oyuncularını görmeye iten bir sistem oluştu. Eğer siz yaptığınız projede popüler kültürün içinde yer almamış bir oyuncu ile çalışıyorsanız -çok iyi bir oyuncu olabilir ama popüler kültürde tanınmıyorsa eğer, seyirciyi o oyuna getirmek için büyük bir mücadele veriyorsunuz. Yahut bir sponsorluk görüşmesi yapacaksanız oyununuzdaki reytingi yüksek oyuncular ya da cast sorulur oldu. Bu kötü bir şey. Ben bu konuyu elbette eleştiriyorum ve üzgünüm.
Mustafa Avkıran: Bu konuda hakikaten çok kararlı değilim. Birincisi, BOTİF (Bodrum Tiyatro Festivali) sebebiyle çok genç bir seyirci görüyorum. Geçen yıl da festivalin programını yaparken Övül “şu oyunu seyret” diyordu, setten çıkıp gidiyordum izlemeye. Yani çok oyun seyrediyorum ve fark ettiğim şey şu; özellikle iki tane genç erkek oyuncunun oynadığı, Ankara’da geçen bir gay hikayesi olan Misket… İnanılır gibi değil, nasıl bir seyirci var, çok heyecanlanıyorum. Öte yandan, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne gittim. Orada da sadece orada olmak için gelen, orada o oyunu izlemeyi bir statü olarak gören bir izleyici var.
Ö.A.: Ama bu oyunun çok iyi olması bilgisini değiştirmiyor ama seyirci hangi bilgi ile oraya geliyor?
M.A.: Serkan Keskin bilgisiyle geliniyor, diziden tanıdıkları için ama metin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın.
Ö.A.: Serkan çok iyi oyuncu.
M.A.: Serdar Biliş yönetmen, kadro çok iyi. Ama onu izleyenler “niye geldiklerini değil de kime geldiklerini” biliyor daha çok. Biraz bunun hegemonyası altında kalmış bir seyirci var. İtiraf edelim ki çok meraklı bir seyirci de var. Zaten aksi takdirde bu kadar tiyatro olmaz, olamaz.
Ö.A.: Ama bence bu araştırılması gereken, incelenmesi gereken bir konu diye düşünüyorum. Belki avantajları da var. Bu vesileyle insanlar tiyatroyu izler oluyor vesaire. Belki bu bir avantaj ama öbür taraftan da şöyle de bir refleks oluşuyor. Kim oynuyor? Ne demek, kim oynuyor? Kim oynuyorsa oynuyor. Yani git ve izle iyi mi kötü mü sonradan değerlendir. Turne ile Moskova’ya gitmiştik. Ben bale mezunuyum ve Bolshoi Balesi’ni izlemeye gidiyorduk. Taksici “Hangi cast’tan izleyeceksiniz?” diye sordu. Tabii böyle bir durumdan bahsetmiyorum. Bu başka bir alt yapı, bilgi.
Taksicinin bunu sormasına büyük saygı duydum. Peki bu durumda seyirci sahnedeki oyuncuyu nasıl etkiliyor?
Ö.A.: Çok etkiliyor. Anlam buluyorsunuz. Yani söylediğiniz sözün karşılığını duvara çarpıyorsa başka bir şey. Hani karşılık birlikte yükseliyorsunuz ki? Özellikle bizim işlerimiz biraz böyle o zaman çok yükseliyor.
Bir kültür sanat kurultayı
Festivale dönersek, Kent Festivali çok ayaklı bir yapıdan oluşuyor, sadece tiyatro yok. Nasıl oluştu bu program?
M.A.: Erdal çok güzel söyledi, “bir kültür sanat kurultayı” gibi oldu festivalin programı. Kent Tiyatro Festivali, Etimesgut. Bu şu demek: biz bir kent tiyatro festivali yapıyoruz. Etimesgut için özel olarak yapıyoruz bunu. İçeriğinde de bir taraftan çok popüler işler var. Yani Deniz Göktaş mesela, biletleri çıktıktan 10 dakika sonra bitti. Biz tabii bunun olacağını tahmin ediyorduk ama hakikaten böyle bir reaksiyonu beklemiyorduk. Tabii ki Büyük Ev Ablukada biletleri hemen bitti. Tiyatronun bir tarafında Deniz Göktaş var, bir tarafında da Tiago Rodriguez var. Yani böyle bir yelpazeden söz ediyoruz. Blank diye bir oyun var. İşte Vatan Kurtaran Şaban var. Bu yelpaze bizim çok ilgimizi çekiyor.
Neydi bu kürasyonu yaparken kriterleriniz?
M.A.: Bir, iyi iş olacak. İki, keyifli olacak. Üç, bütün bunları yaparken de kendi problemi yani tiyatral yolculuğu içinde de kendiyle problemi olacak. Ankara'nın bu atıl devlet tiyatro seyircisi ve atıl devlet tiyatrosu estetiğinden oluşmadığını, yani tiyatronun bundan ibaret olmadığını gösteren bir festival bence. Bu anlamda hem çok kıymetli. Başka bir şey var burada.
Ö.A.: Muhakkak Devlet Tiyatroları’nda da arada iyi şeyler yapılıyordur ama genel bir durumdan söz ediyoruz tabii.
M.A.: Hiçbir oyunculuk, hiçbir oyunculuk performansı bizim festivaldeki en küçük oyun kadar tiyatroyu sorgulamıyor.
Biz de özlüyoruz, itiraf ederiz.
Çok iddialı. Peki bir süredir Almanya’da yaşıyorsunuz. Türkiye'ye dışarıdan bakma haliniz nasıl etkiliyor oyun seçimlerinizi?
Ö.A.: Çok etkiliyor. Çıtamız değişiyor. Tabii sadece orada yaşamak da gerekmiyor. Biz Garajistanbul'dan beri müthiş yoğun bir uluslararası ağın içindeyiz. Hatta daha da geriye gidersek Garaj’ı açarken zaten o ilişkilere güvenerek açmıştık. Garaj’la bu tabii ki 10 sene boyunca katlandı. Git geller, ortaklıklar vesaire. Ha bir de üzerine beş yıldır da Berlin'de yaşıyor olmak var tabii, o da ayrı bir tecrübe, ayrı bir vizyon. İnsan değişiyor gerçekten. Yani “hadi bunları konuşmayalım artık” diyorsun. Bir politik bir iş yapıyorsanız dibine kadar yapıyorsunuz ve o Kültür Bakanı oraya geliyor. O oyuncu dibine kadar sistemi eleştiriyor. Çırılçıplak soyunuyor. Bir oyuncu tiyatrosunda oyuncu çırılçıplak yanından, seyircinin üstünden atlaya atlaya atlaya gidiyor. Artık bunlara bakmıyorsunuz bile. Yani bu bakılır bir şey değil. Konumuz bu değil. Derdimiz başka. Artık estetiğin sınırlarını zorluyorsun. Biz de hala bu tiyatro mu değil mi diyoruz. Yıllarca, 30 sene yaptığımız işler acaba tiyatro mu, performans mı? Ya bırakın bunları artık. Bunları tartışmıyoruz biz. Yani geçtik buraları.
Biz garajİstanbul’u çok özlüyoruz, geri dönmez mi?
M.A.: Bazen biz de özlüyoruz, itiraf ederiz. Ama tabii şu var, Garaj oradaki bir dinamiği, harekete geçirmişti. O dinamik ortadan yok oldu. Şimdi dansçılar için platform yok. Yani Garaj gitti ve bitti diyorlar.
Ö.A.: Hafızaya takık bir insanım ben. Yani o hafızayı devam ettirmeyi çok önemli buluyorum. O yüzden de her yaptığım yeni işte hep geçmişi yad ederek başlıyorum. Çünkü biliyorum ki insanlar hep unutuyorlar. Sanki o noktaya sen uzaydan inmiş gibisin. Oysa 30 yılın sonunda ne büyük taş taş üstüne koyarak o noktaya geliyorsun. Bunu hep beraber bilirsek anlarız o anda içinde bulunduğumuz durumun ne olduğunu. Dolayısıyla buradan bakarak söylüyorum. Garaj gittiğinde ertesi gün hayat eskisi gibi devam etti. Bunu kültür ve sanat dünyası, kültür sanat dünyası için söylüyorum. Bir kişi de çıkıp ne oldu demedi. Ya Garaj gibi bir yer gittiğinde insanlar ne oldu tartışması yapmaz mı? Ne oldu? Konuşursak kaybetmeyiz ya da yenilerini getirebiliriz. Basın için de söylüyorum.
Birazcık da o dönem hepimizin susturulduğu bir dönemdi…
Ö.A.: Çok yeniydi. Daha susmayabilirdik.
M.A.: Belki bu işte, yani tiyatro festivali, belki yılda iki tane festival bir sebep olabilir yeniden o ruhu yakalamak için. Bugün İstanbul Tiyatro Festivali nasıl bir etki yaratıyorsa onun gibi. Biz şimdi 3 yeni oyun hazırlıyoruz. Belki yine Ankara, Etimesgut beklenen bir yer olabilir, ona bakacağız. Bu yıl bir bitsin ondan sonra bakacağız… Talin Büyükkürkciyan “Ankara'da Garaj yapıyorlar” demiş. Çok doğru…