Buradan (İstanbul Tasarım Müzesi) bahsederek başlayalım isterim. Yakın zamanda dönüşüp yeniden işlevlendirilen bir yapı burası. İBB Miras’ın projelerinden biri olarak hayata geçti. Ne düşünüyorsun eski yapıların yeniden ve yeni işlevlerle kullanıma açılması hakkında?
Atıl durumda, kullanılmayan yapıları veya kent parçalarını yeniden işlevlendirerek bir nevi ileri-dönüştürmek her zaman iyi bir fikir gibi geliyor. Öte yandan bu işlemi nasıl yaptığımız, hangi işlevle dönüştürdüğümüz ve bunun kent yaşamında nasıl dönüşümler yaratabileceği yüksek çözünürlükte tartışılması gereken bir konu. Şehri karmaşık ve incelikli ilişkilenmelerle birbirine örülmüş bir ağ gibi görmeliyiz. Hafıza, gündelik yaşam, hayatın ve kentlinin ekonomisi, sosyolojisi, ve benzeri konuları düşünmeden 'dönüşüm olsun reklam olsun' veya 'rant olsun' diye yapılan dönüşümleri sakıncalı buluyorum. Dolayısıyla dönüşüm mevzusunu ciddiye almamız gerektiğini, iyi düşünülmemiş; nedenleri ve niteliği konusunda hesap verilemeyecek dönüşümlerin kent suçu olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında olumlu ve etkin dönüşümler sağlamış birçok iyi dönüşüm projesi de var. Müze Gazhane bence bunun muhteşem bir örneği.
Bizim ofisimizin içinde bulunduğu, yakın zamanda bir dönüşüm projesi ile İstanbul Tasarım Müzesi olarak adlandırılan sokak, Süleymaniye Külliyesi'nin alt kotunda yer alıyor. Birbirinin peşine eklemlenerek, külliyenin şehrin gündelik hayatına bakan bir cephesini oluşturan sıra dükkanlarda şimdi mimarlar, sanatçılar, zanaatkarlar ve kültür sanat kurumları bulunuyor. Sokak üzerinde 50 civarı dükkan hacmi var ve her bir dükkan yaklaşık 15 metrekarelik küçük denebilecek bir tabana oturuyor. Külliye ile birlikte inşa edilmiş bu hacimler, zamanında yapı kompleksine gelir getirmesi ve ticari bir işlev üstlenmesi düşünülerek yapılmış. Burada uzun zaman esnaf ve zanaatkarlar bulunmuş. Son yıllarda ise sokak atıl durumda kalmış. İBB'nin burayı yenileyip bugünün zanaatkarları olarak görülebilecek yaratıcıları buraya çağırması gerçekten güzel bir düşünce. Biz de içinde bulunduğumuz için mutluyuz.
Bunun yanında yapısalın ötesinde, bölgenin yaşantısına dair bir dönüşüm olarak baktığımızda, şehre etkisinin önemli olacağını düşünüyorum. En nihayetinde Süleymaniye Külliyesi bu şehrin en önemli, en nitelikli yapılarından biri. Hem turizm ve ticaret açısından, hem de kentlilerin hayatının bir parçası olarak. Burada hem yoğun bir nüfus yaşadığını hem de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğunu unutmamak lazım. Son zamanlarda yalnızca belli bir turist kitlesine yönelik; yoğunlukla hac malzemeleri, nargile kafeler, kuru fasülyeci ve lokumculardan oluşan bir ticari yaşantısı olan bir yerde; bu kadar çeşitli yaratıcı ekip ve kurumu yaşatmayı denemek ve neler olacağını görmek cesur, ilginç ve iyi anlamda dönüştürücü bir hareket diye düşünüyorum.
Bu sokağın isminde 'müze' ibaresinin bulunması bana biraz tuhaf gelmişti ilk duyduğumda. Müzeler genelde bakımlık ve yaşamayan alanlardır diye düşünürüm. Öte yandan İBB şehrin içine yaşayan, üreten bir müze yerleştirmek istiyor. Belki aynı burada bir zamanlar bulunan zanaatkarlar gibi. Bir nevi buraya davet ettiği kurumları ve kişileri; bunların üretimlerini ve yaşantılarını envanterine eklemek oluyor bu. Şu an proje çok yeni, biz de ilk deneye katılan ekipler arasında yer aldık. Şu an ideal bir işleyişi olduğunu söylemek güç, ama İstanbul'da ilk defa denenen bir fikir olduğunu düşünürsek bu anlaşılabilir bir durum. Zamanla, yapıcı görüşlerle ve yaşantı ile evrilecek ve gelişecektir. Buradaki ekiplerin yıllık bazda sürekli değişmesini planlıyorlar. Çevrimiçi olarak herkes başvurabiliyor. İstanbul Tasarım Müzesi'nin amaçladığı etkiyi ve henüz bilemeyeceğimiz ve şehrin karmaşık işeyişi içinde kendine yer bulacak birçok yaratıcı dönüşümü başaracağına eminim.
Hızlıca tasarlanıp hızlıca hayata geçen projelerle ilgili ne düşünüyorsun? Sürekli bir yerlere bir şeyler yapılıyor sanki, ben bazen hızına yetişemiyorum yeniliklerin.
Zamane koşullara ayak uydurmak için hepimiz şaşkına döndük. Toplumsal yapıda sosyolojik bir dönüşümün kriz semptomlarını yaşadığımızı düşünüyorum. Bu yalnızca kentle alakalı bir konu değil. Birey, aile, arkadaşlıklar, topluluklar, kentler, siyaset,… bildiğimiz her şey ve bunlarla kurduğumuz ilişkiler, hikayeler her zamankinden hızlı değişiyor. Hız konusunda derinleşmek, farkındalık kazanmak ve en azından kendi hayatımızla ilgili önlem almak elzem oldu. Ben sosyolog Byung Chul Han'ın keskin bir dille, okuyanı bu konularla ilgili uyandırmak amacıyla yazılmış kitaplarını takip ediyorum. Öneririm.
Konunun kentle ilişkisine gelirsek… Kentle ilgili karar alıcı konumda olan siyasilerin de benzer bir şaşkınlık içinde ve hız baskısı altında olduğunu düşünüyorum. Her şeyi bir an önce yapmak, fotoğrafını çekmek ve olabildiğince çok kişiye göstermek gerekiyor. Enformasyon rejimi ve bu rejimin dikkat ekonomisinin dayattığı kurallar bunlar. Aynı çoğumuzun sosyal medya hikayelerinde yaptığı gibi. Herkes de hızın iyi bir şey olduğuna inanmış gibi. Bu da şehirlerde sağlıksız, dopaminerjik bir hormonlu projelendirme süreci başlatmış gibi görünüyor. Öte yandan o kadar pesimistik olmadığımı eklemeliyim. Çünkü şu an reklam değeri yüksek görünen kültür-sanat yapıları, kütüphaneler, derslikler, kreşler, öğrenci yurtları vb. gerçekten ihtiyacımız olan donatılar. Bunların tümü, bahsi geçen 'süratli kampanyalar çılgınlığı' içerisinde ideal nitelikte yapılamıyor, ideal işleyişlerle hayatına başlayamıyor olabilir ama içlerinde kentlinin gündelik kullanımı başladığında, yaşantının kendisinin de bir şeyleri iyi etme gücü var. Zamanla bu hız telaşının etkisinin azalmasıyla yapılar yaşarken kendi ritmini bulacaktır diye düşünüyorum.
Depreme dayanıklı olmadığı gerekçesiyle yıkılan ya da kentsel dönüşüme kurban giden çok fazla yapı var. Bu yapılar gerçekten deprem yönetmeliğine uygun inşa ediliyor mu sonrasında, yoksa deprem biraz da bahane mi?
Öncelikle şunu söyleyeyim. Kentsel dönüşüm kavramının hepimizde böyle kötü tınlaması üzücü ve endişelendirici bir durum. Aslında 'iyi' bir kentsel dönüşüm asıl ihtiyacımız olan şey. İstanbul'un tarihi kent sınırları dışında kalan çeperinin çoğu bölgesi, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı şehirleşme ve kente göç döneminde izansız, plansız, bir bakıma orman kanunlarıyla belirlenen bir bağlamda inşa edildi. Bu yapı stoğunun depreme dayanıklı olmadığını biliyoruz. Hatta bunu artık herkes biliyor. İnsanlar yapılarında depreme dayanıklılık testi yapmıyorlar çünkü zaten dayanıksız çıkacağını biliyorlar ve çoğunun da alternatif bir senaryosu, bir çaresi yok. Yani çoğu durumda konu halkı aşıyor. Burada karar vericilerin; belediyeler ve bakanlıkların, ilk kentleşme zamanında yapılamayanı şimdi yapıp iyi planlamalarla, ekonomik modellerle, süreç yönetimi ve maddi kaynaklarla farklı ölçeklerde çözümler üretmesi gerekiyor. Az çok deneniyor ve çeşitli kampanyalar açıklanıyor. Maalesef bu konuda o kadar optimist değilim.
'Kentsel dönüşüm' ifadesinin kendisinde korkutucu veya 'kurban gidilen' bir şey yok. Önemli olan dönüşümün niteliği, nasıl yapıldığı ve neye dönüştüğü esasında. Bence mimarlık ve şehir planlama bölümlerinin ötesine de geçerek, şu an herkesin en yoğun düşünmesi, öğrenmesi, sorgulaması, fikirler ve modeller üretmesi gereken konulardan biri kentsel dönüşüm. Hem dediğiniz deprem riski sebebiyle hem de yaşadığımız niteliksiz çevrenin hayatımıza uzun vadeli etkilerini düşünerek. Ne deprem ne de yapılı çevrenin niteliksizliği ve yetersizliği İstanbul için yeni konular. Ülkemizde yaşanan bir facia sonrası aklımızın başımıza gelip bunları önemsemeye başlamamız ya da birtakım kurumların bundan medet umması çok vahim. Önümüzdeki 5 sene, 10 sene, 20 seneyi düşünelim; İstanbul'daki konut stoğunun çoğu, öyle veya böyle tekrar yapılacak. Tekrar yapılırken de aslında çok daha iyi bir şekilde yapılabilir. Daha nitelikli bir çevre, dayanıklı ve ekonomik yapılar, sağlıklı kentsel dönüşümler kesinlikle mümkün. Bunun mimari tarafları olduğu kadar; ekonomik, altyapısal, endüstriyel, hukuki, sosyolojik yönleri de var. Bence hepimiz buna epey kafa yormalıyız.
Mimari açıdan çok önemli olmayan ama kültürel değeri olan yapıların yıkılması hakkında ne düşünüyorsun?
Tam da bugün bir mimar arkadaşım şunu dedi: “Bir yapının neden yapıldığını değil de neden yıkıldığını da sormak lazım bazen.” Gerçekten de böyle. “Rexx Sineması neden yıkıldı?” diye sormak gerekiyor örneğin. Bu, sadece kültür yapıları ya da kültürel miras olarak gördüğümüz yapılar için değil; bir konut projesinden kentin belleğinde önemli bir yer edinmiş yapılara kadar pek çok şey için söylenebilir. Yarın öbür gün Rexx’in yerine başka bir şey yapıldığında “şimdi buraya niye böyle bir şey yapıldı?” demeden önce Rexx’in neden yıkıldığını anlamak gerekiyor.
Bu tür konuları detaylıca ele almak lazım. “Hiç alışveriş merkezi yapılmasın, hiçbir yapı ticari olarak işlevlendirilmesin, her şeyi olduğu gibi koruyalım ya da kültür merkezi yapalım” demek de sağlıklı değil. Biz genellikle iki kutuptan birine yöneliyoruz. Ya tamamen alkış tutuyor ya da duygusal yaklaşarak tümüyle karşı çıkıyoruz. Ama bence daha çok “bu ne kadar müzakere edilebiliyor?” kısmını tartışmak ve geliştirmek gerek.
“Geçmişiyle, geleceğiyle, yaşantısıyla, süreciyle tam kapsamlı tartışma ortamlarına ihtiyacımız var.”
Buradan hareketle şunu sorayım, kentte kim ne kadar söz sahibi sence? İtirazlar ne kadar duyulabiliyor?
Demokratik bir sistemde yaşıyorsak eğer, kentle ilgili kararların alınması da bu demokratik sistemin içinde olmalı elbette. Fakat pek de öyle olmuyor. Bunun üzerine çok kafa yorduğumuzu da düşünmüyorum. Daha çok tekil projeler üzerinden konuşuyoruz. Oturup etraflıca konuştuğumuz bir tartışma alanı oluşturamıyor gibiyiz. Geçmişiyle, geleceğiyle, süreciyle, yaşantısıyla daha kapsamlı tartışma ortamlarına ihtiyacımız var. Bununla ilgili girişimler olsa da arkası gelmiyor. Belki de bizim kültürel yapımızla ilgili bir durumdur bu, bilmiyorum. Belki de zamanla alacağımız bir ders olacaktır. Fakat en nihayetinde maalesef “ipini koparan yapı dönüşüyor” gibi bir tablo çıkıyor ortaya.
Bu dönüşümlerle şehrin yapısı nasıl değişti? Neler gözlemliyorsun?
İstanbul'da hızlı ticari rant uğruna yolsuzluk ve hukuki açmazlarla dolu dönüşümler kent suçu denebilecek ölçekte çok görülüyor. Bunların sonuçlarının vahim olduğu ortada. Bazen bir bölgenin hızlı ticari gelişimi, konut fiyatlarının artması şeklinde sonuçlanıyor. Bazen ise çok daha fena sonuçlarla birçok kentlinin yerinden edilmesi ve kent çeperlerine doğru itilmesi ile kent parçalarının kimliğini kaybetmesi kaçınılmaz oluyor. Orman kanunları demiştim. Bunun üstüne mega-projeler, 'alışveriş merkezileşme' ve 'rezidanslaşma' çılgınlığı ekleniyor. Zaten halihazırda pek iç açıcı olmayan kent yaşamımız hızla daha da irtifa kaybediyor. Bu tür dönüşümler kentlilerden gelen kaydadeğer karşı çıkışlar ve eylemlerle karşılık buluyor. Bazılarından kazanımlar elde ediliyor, bazıları ise ne pahasına olursa olsun önlenemiyor.
Bunun yanında kentin ihtiyacı olan donatı yapılar da yapılıyor ve bunlar da etrafının dönüşümünü tetikliyor. Sonuçta bunların da rant projeleri kadar hızlı olmasa da çok iyi ticari etkileri oluyor. Böyle bakınca, dönüşüme sorgusuz alkış tutmak da topyekün karşısında durmak da pek iyi pozisyonlar değil bence. Yaşayan bir kent zaten dönüşüm içindedir. Her an, her gün, her yıl dönüşür, evrimleşir. Önemli olan nitelikli düşünce ve fikirler ile dönüştürmek. Ticari, kültürel, yaşamsal, altyapısal, rekreasyonel dönüşümlere ihtiyacımız var tabi ki. Önümüzdeki zamanlarda bunu hız ve gözü kara-para vahşi bir hırsla yapmak yerine; demokrasi ve hukuka, birarada yaşamamızı sağlayan sistemlere inancımızı tazeleyecek değişimlerin gerçekleşmesini umarım. Kentteki sağlıksız yaşantımızı iyileştirecek dönüşümleri yaratmanın tek yolu bu.
“Bir şehrin gündelik yaşamını belirleyen en önemli şey mimari çevrenin niteliği.”
Tam buraya gelecektim ben de. Şehrin mimari yapısının değişimi gündelik hayatı, kentteki insanı nasıl etkiliyor?
Bir şehrin gündelik yaşamını belirleyen en önemli şey mimari çevrenin niteliğidir. Ancak bunun üzerine farkındalık geliştirmek gerekiyor. Çoğu kişi için bu bazı estetik kalıplarla eşleştiriliyor. Bahsettiğim niteliği yalnızca cephe tasarımı üzerinden kuramayız. “Eski evler ne güzeldi” düşüncesinden ibaret değil yani bu konu. Yapılı çevre ile yaşantının arasındaki ilişkide gizli çok önemli bir mimari bilgi birikimi var. Sokakların biçimlenişi, açık alanlar, yapıların birbirine eklemleniş şekilleri, insan bedeni ile yapıların ölçeği arasındaki oranlar, gürültü, güvenlik, iklim, doğa ve topografya ile kurulan ilişkiler, diğer canlıların varlığı, güneşin-rüzgarın-suyun hareketi ile kurulan ilişkiler…
Türkiye’de -ya da herhangi bir yerde- geçmişi, tarihi olan, görece korunmuş, zamanla ve gelenekle oluşmuş yerleşik biçimlere baktığınızda -ister kırsal ister kentsel olsun- insanların gündelik hayatının, yapının/çevrenin niteliğine nasıl yansıdığını görebiliyorsunuz. En basit tabiriyle köylerde mesela. Çevrenin niteliği ile yaşayanların hayatı arasındaki harika harmoniyi görebiliyorsunuz. Ya da Safranbolu’ya, Ürgüp'e, Eskişehir’e gittiğinizde ve orada korunmuş bir kent parçasını gördüğünüzde nasıl bir yaşamsal nitelik olduğunu en azından hayal edebiliyorsunuz. İnsan hayatı ve yukarıda saydığım konular birçok açıdan önemsenerek kurulmuş oluyor bu yerler. Günümüzde ise bu konuda ciddi bir kayıp içerisindeyiz ve belki çoğumuz farkına bile varmıyoruz bunun.
Trajikomik bir örnek vereyim. Mesela şehrin biraz çeperlerinde sokak konseptli yeni konut projeleri yapılıyor. Tembel inşaat şirketleri ve hımbıl mimarları bu projeleri yapmak için gidip Kurtuluş’taki, Beyoğlu’ndaki bir sokağa bakıyorlar fotografik olarak. Cephelerin tipine, cumbalara bakıyorlar. Sonra onu alıp estetik bir implant gibi, başka hiçbir yönden pek düşünmedikleri niteliksiz yapıların üstüne takıyorlar. Aynı tembellikte reklam ajansları da “burada bir sokak yaratıyoruz, sokak canlılığı buraya geldi” diye panolar hazırlıyorlar. Halbuki bir bakıyorsunuz, ne sokak var, ne nitelikli bir çevre, ne herhangi bir canlılık belirtisi. Sokak sadece cumba yapmaktan ibaret değil. Tabi bunu iyi yapan projeler az da olsa var, sokağı gerçekten anlıyor ve çok daha nitelikli mekansal örüntüler oluşturuyor. Orada oluşan yaşantıyı gördüğünüzde yapılı çevre ile insanların psikolojisi arasındaki doğru orantıyı anlayabiliyorsunuz.
Yeri gelmişken, bu konuyla da yakından ilgili ve halihazırda devam eden bir projen var: Günlük Hayat Dedektifleri. Biraz ondan bahseder misin bize?
2016 yılında, Bilgi Üniversitesi’nde ders verirken, kentsel tasarım dersini koordine eden Emrah Altınok ve o dersin içerisindeki diğer akademisyen arkadaşlarla “Eleştirel Kentsel Pratikler” ismini verdiğimiz bir atölye serisi düzenlemiştik. Her bir atölye kentle alakalı konulara eleştirel bakış açıları geliştirmeyi hedefliyordu. Benim yürüttüğüm Günlük Hayat Dedektifleri de bu atölyelerden biriydi. Az önce bahsettiğim konudaki bilgi derinliğini artırmaya yönelik bir proje. Yani gündelik hayat ile mimari mekân, kentsel mekân arasında gözden kaçan, dikkat etmediğimiz, hızdan dolayı kaybettiğimiz ilişkilere daha derin bir şekilde, dedektif titizliği ile bakmayı amaçlıyor. Bir dedektif gibi, bu kent parçasının içine yerleşip insanların hayatlarının mekânla nasıl etkileşimde olduğunu; o sokağın, apartmanın, meydanın gündelik hayatında ne gibi nitelikler olduğunu titizlikle kaydetmeyi amaçladığımız bir kentsel araştırma bürosu. Örneğin ilk atölyede Kurtuluş’ta bir sokağın hayatını ele almış ve iki gün boyunca oradaki Kot0 isimli barı dedektiflik bürosuna dönüştürmüştük. O sokağın hayvanlarından tutun da çöp toplama saatlerine, o sokaktaki insanlardan bitkilere, ticarete, konut işlevlerinin nasıl olduğuna kadar pek çok başlıkta bilgi ürettik. Sonrasında devam ettiğimiz bir işe dönüştü. Her sene farklı kentsel konuları irdelediğimiz atölyeler yaptık ve bu tür bilgiler ürettik. Bir kitabı, birkaç sergisi oldu. Hala devam ediyoruz.
Biraz geriye gidip pandemi dönemine baksak, gündelik hayatımızın evin içinde de dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?
Tabii. Çok iyi ve somut bir örnek bu. Pandemi dönemindr kentsel aktivite zayıfladığı için evi ve evle ilişkimizin nasıl değiştiğini anlamaya çalışmıştık. O dönem ev, her şey oldu: Ofis oldu, kafeterya oldu, spor salonu oldu. Bu süreçte evle ilişkimiz değişti ve hatta, pandemi bittikten sonra da etkileri sürdü. Dolaylı olarak sadece evle değil, ofisle de ilişkimiz değişti. İşyeri ile ilişkimiz değişince kentle de ilişkimiz değişti. Ve değişmeye devam ediyor. Ofisler yeni bir sistem kurma, hibritleşme yoluna gitti. Bir yandan ofiste daha az vakit geçirmek eve kapanmak anlamına da gelmiyor. Kent, çalışmanın yeri olabiliyor. İnsanlar çalışma saatlerinde kentsel mekânda çok daha fazla vakit geçirmeye başlıyor. Dönüşümü buralardan da ele almak elbette mümkün. Değişen hayat şartlarına göre kent şekilleniyor- ya da şekillenmeli. Dönüşüm konusunun odağında, ne kadar önemli ve acil konular olsalar da, her zaman deprem veya rant olmak zorunda değil. Örneğin geçen gün maçka parkındaki su şelalesinin kenarındaki kısma kurulan, bir piknik sandalyesi ve dizüstü bilgisayarla ofisini oraya taşıyıp saatlerce çalışan birini gördüm. Neden açıkhava serbest çalışma alanlarımız olmasın?
Dönüşen veya yeniden açılan yapılar günümüz ihtiyaçlarını ne kadar karşılıyor?
Karşıladığı noktalar var aslında. Orada yaşayanlar, hayatlarına hızlıca entegre edebiliyor bu yapıları. Örneğin İstanbul'da son dönemde çok fazla kütüphane ve çalışma salonu açıldı. Bu çok önemli bir ihtiyaca cevap oldu. Lise ve ortaokul öğrencileri çalışacak yere ihtiyaç duyuyordu. Düşününce, yıllarca görülmedi aslında bu ihtiyaç. Halbuki bu öğrencilerin okul saatleri dışında harıl harıl çalışıp hazırlandığı sınavlar yıllardır var. Evde çalışamayan, şartları uygun olmayan pek çok insan var. Böyle kritik ihtiyaçların görülebilmesi ve çözülebilmesinin o kadar da zor olmadığını anlamış olduk.
Park ve yeşil alan da ciddi bir ihtiyaç bence.
Kesinlikle. Birçok mahallenin erişebileceği yeşil alanı yok şu an. Sonra da “çocuklar neden tabletlerine, telefonlarına bağımlı oldu?” diyoruz; sanki kültürel bir fenomenmiş gibi ele alıyoruz bunu. Çocukların dışarıda oyun oynayabileceği bir alan var da onlar ille de telefonu, tableti tercih ediyormuş gibi düşünüyoruz. Halbuki pek çok çocuk- hatta yetişkin de- rahatlama ve oyun ihtiyacını bu yolla karşılayabiliyor. Bu da meselenin sadece kentsel dönüşümle ilgili değil, kentsel dönüşümün ne yönlerde ve nasıl olması gerektiğiyle ilgili olduğunu gösteriyor.
Hem kültürel değerleri korumak hem de işlevsellik birlikte nasıl mümkün olur yapılar inşa edilir/yeniden düzenlenirken?
Bunu az önceki meseleyle birlikte düşünerek şöyle bir fikirden bahsedeceğim; örneğin benim yaşadığım yerde yapıların arasında büyük orta avlu mekânları var. Şişli, Beşiktaş gibi blok nizam bölgelerde bunlara çok rastlanıyor. Buralar, binaların eksi kotlarında özel bahçeler olarak düzenlenmiş. Aslında arsa yapısı gereği sokağı belirleyen blok sisteminde yapılmış yapıların doğal bir sonucu. İnce uzun bir yapı bloğu ve sokak boyunca uzuyor ve ortada boş alanlar oluşuyor. Aslında bu bölgelerde ciddi bir otopark ve yeşil alan problemi var ve bu alanlar buna çözüm olabilir. Bu yapıların hepsi dönüşecekse eğer, biz bu avluların potansiyelini kullanacak yönetmelikler ve sistemler geliştirebiliriz. Orada yaşayan halkın kullandığı, gündelik hayatın niteliğini de değiştirebilecek bir şey bu. Hem nitelikli bir yeşil alan sunulur, hem bölgenin dokusu korunmuş olur hem de otopark problemi çözülür. Bunun tabi hukuki, arsa yapısına ve tapu haklarına dair, altyapısal ve mimari tarafları var. Hepsini birlikte ele alıp bu tür fikirler geliştirmek gerekiyor.
Peki yasal, ekonomik ve politik olarak böyle bir dönüşüm öngörüyor musun Türkiye’de?
Umutsuz bir vaka yok bence ama umutlu olabilmek için de çalışıyor ve uğraşıyor olmak gerekiyor. Bu konuya çok daha fazla fon, kaynak, zaman ve emek gerekiyor. Öteyandan daha önemli çok az konu var. Hem toplumun geneli ve karar vericileri hem de mimarlar olarak bu meselelere varımızı yoğumuzu vermeliyiz bana kalırsa. Deprem tehlikesi olmasa dahi bunun yapılması lazımken, üstüne bir de böyle bir tehlike varken terazideki en önemli konulardan birinin bu olması gerekiyor. Yasal tarafları, mülke ve dönüşüme dayalı tarafları elbette var. Tekrar projelendirmedeki standartlara ve yönetmeliklere yönelik tarafları da var. Bunların hepsinin katman katman açılması gerekiyor.
Bunların yanında, halkın da nitelikli bir mimariyi talep etmesi gerek. Japonya’da ve Avrupa’da mesela, nitelikli yapıların ortaya çıkmasının bir sebebi de -ekonomik varsıllığın yanı sıra- halkın bunu talep ediyor olması.
Bunu talep edecek noktaya gelir miyiz sence?
Bence son zamanlarda birçok olumsuz etkisinin yanında, sosyal medyanın bir araya gelme ve düşüncelerin paylaşıma sokulmasıyla ilgili açtığı olumlu bir kapı da var. Bilginin yayılımı açısından işlevsel biçimde kullanılabilme potansiyeli var diyelim en azından. Bu ve benzeri güçleri kullanarak kent hakkında daha çok konuşabileceğimizi, yaşadığımız çevreye farkındalık geliştirip sahip çıkabileceğimizi düşünüyorum. Belediyelere de nasıl dönüşümler istediğimiz konusunda taleplerde bulunarak, yerel ölçekten başlayıp büyüyebilir bu hareketlenme. Ama dediğim gibi bu iş emek ve kaynak istiyor.
Son olarak, söylemezsem olmaz, deniz kenarını kullanamıyoruz İstanbul’da, farkında mısın? Geçen gün Eminönü’ndeydik bir arkadaşımla. Oturup çay içmek istedik. Denizi görüyorum, karşımda; ama ulaşamıyorum. O kadar zor ki karşıya geçmek… Her yer bir şeyle çevrili. Deniz kenarında oturup çay içebileceğimiz bir alan yok mesela. Denize bu kadar yakın olup bu kadar ulaşamadığımız bir şehir çok acayip geliyor bana. Bu ciddi bir problem bence.
Evet, çok acıklı bir şey bu. İstanbul esasen denizle ilişkisi çok kuvvetli bir kent. Burada binlerce yıl önce dahi denizin üzerine kurulan tiyatrolardan tutun, denize açılan yollara, deniz kenarındaki mesire yerlerine kadar müthiş örnekler var deniz ve insan ilişkisi açısından. Bugün deniz yalnızca bakımlık bir nesneye dönüşüyor. Denizle kurulmuş bir şehirde kentlinin denizle ilişkisini sağlamayı bırak, her dönüşümde daha da engelliyoruz. Üstelik bunu sağlamak o kadar zor bir şey değil. Yaratıcı projelerle denizle kopan bağları onarabiliriz. Şehirden denize girebildiğimiz, deniz kenarının kamusal kullanımını geliştirdiğimiz, deniz tiyatrolarında gösteriler izlediğimiz, deniz ulaşımını daha efektif bir şekilde kullandığımız bir İstanbul hayali kurmak çok güzel. Umarım bu gündem de iyi projelerle ele alınabilir bir gün ve kentlinin denizle ilişkisini tekrar kuracak sistemler geliştirilebilir.