Kenti nasıl tanımlarsın?
Kent öncelikle belirli bir nüfus ve yoğunluk demek. Ancak bu tek başına kenti tanımlama için yeterli değil. Dolayısıyla ben kente bazı merkezler ve o merkezlerde erişebildiğiniz hizmetlerin, kültürel etkinliklerin, eğlence aktivitelerinin bir arada olduğu bir alan derim.
Peki İstanbul’u bir kent olarak nasıl tarif edersin?
Artık kent olmaktan çıktı, bir megapol oldu. Kentler çoğu zaman tek merkezliyken İstanbul artık çok merkezli bir olgu ve sadece şehirlerdeki gibi banliyö-merkez ilişkisi değil, periferiler arasında da günlük rutinlerin olduğu bir nüfusu var. O eski kent imajı ve kentin mıknatıs gibi çeperiyle kurduğu ilişki İstanbul’da tam olarak geçerli değil şu anda. Alan o kadar büyüdü ki yeni dinamikler gelişti.
Bu dönüşüm günümüz koşullarında beklenen ve adeta maddenin doğasında olan bir durum mu yoksa “itinayla” buna dönüştürüldü demek daha mı doğru sana göre?
Ulaşım zorlukları yüzünden doğal olarak buna evrildi. Çünkü şehir genişledikçe -örneğin- Beyoğlu’na gidip gelmek ve kültürel etkinkinliklere, eğlenceye erişmek gittikçe zorlaştı. Çoğu zaman bu yeni eğlence alt merkezlerini, AVM'ler gibi daha neoliberal dönemin yapılarını oluşturmaya başladı. Ancak mesela Pendik veya Kartal’da bile sahil mıknatıs gibi çalışıyor. Kuzey Ormanları’na yakın veya Ömerli’de yaşayan insanlar Kartal veya Pendik’e inip hafta sonları boş vakitlerini geçirebiliyorlar. Veya Hadımköy’de çalışan bir beyaz yakalı, Çatalca’da yaşayıp işine oradan gidip gelebiliyor. Bu bir sürü merkez ve alt merkez oluştuğu anlamına geliyor.
.jpg)
Sen kenti nasıl yaşıyorsun?
Ben kenti bir köylü gibi yaşıyorum, çünkü neredeyse bütün hayatımı yürüyerek erişebildiğim bir alana oturtmayı başardım. Bu büyük bir şans. Zaten yürümeyi çok seviyorum. O yüzden de galiba bunu biraz da zorladım. İtinayla yürüyorum… Atölyedeki malzemeleri beslemek için sürekli bir şeyler taşımak zorundayım. Atölye, galeri ve malzeme aldığım yerler arasındaki bu yük taşıma işi vaktimi çok alıyor. İstanbul’u sürekli bir “fitness” salonunda yaşıyormuşum gibi kullanıyorum.
Kaykaycılığına gelelim… Ne kadar zamandır kaykay kullanıyorsun?
6-40 yaş arası sürekli kaykaya bindim ve 20-30 yaş arasında profesyonel kaykaycıydım. Bu zamanın son 4-5 yılı İstanbul’da geçti. Sonrasında çeşitli sakatlıklarım olduğu için artık arada bir gezmek için kayıyorum ama eskisi gibi “cambazlık” yapmıyorum. İstanbul’daki kaykay dünyasıyla karşılaştığımız oldu yani…
Sence bir kenti kaykay, bisiklet, motosiklet, yürüyüş şehri diye tarif etmek için topoğrafyasının uygun olması ve fiziksel koşulları yeterli mi? Yoksa bu daha ziyade gündelik yaşam ve kültürle mi ilgili?
Kültür ve kentsel tasarım niteliği olarak hepsine bir arada bakmalıyız. Sonuçta Orta Çağ kenti yaya için tasarlanmıştı. Ancak sonrasında Rönesans ve Barok dönemde at arabaları, 19. yüzyılda tramvaylar ve 20. yüzyıldan beri de araba odaklı bir tasarıma geçildi maalesef. Şimdi çoğu Avrupa kenti iklim krizi çerçevesinde bundan dönmeye çalışıyor ve 2030 için merkezlerini yayalaştırmayı hedefliyor. Sorduğun bağlamda kentsel tasarım çok önemli. Örneğin Paris’in geniş kaldırımlarında, Barcelona’nın meydanlarında yürümek çok keyifli. Burada ise insanların bodrum katındaki dükkanlarını açabilmek için kaldırıma kazdıkları merdivenlerden tut, belediyelerin başarısız yaya geçitleri, engelli insanlar için yapılan akıl dışı tasarımlar, dükkanların sürekli kafanızın çarptığınız tabelaları derken yaya olmak gerçekten bir konsantrasyon gerektiriyor. Kaykay deneyimine dönersek, orada topoğrafya önemli. Fazla sert topoğrafyalar bisiklet gibi kaykayın da kullanımını zorlaştırıyor. Yine de kentsel tasarım ve sokakların asfalt kalitesi, kaldırım taşlarının niteliği gibi unsurlar önemli. Topoğrafyanın yanı sıra, kaykay söz konusu olduğunda şehrin bir sesi oluyor. Kullanılan zemin malzemelerine göre kaykayın akordu çok farklılaşabiliyor ve kaykay tıpkı gitar gibi rezonans tahtasına dönüşüyor. Tekerlekler sert olduğu için zemindeki dokunun çözünülüğünü hissettiren bir enstrüman bir yandan da… Bu o kadar içime işlemiş ki şehirde yürürken zemine baktığımda, oradan kaykayla geçersem nasıl bir ses çıkacağını hâlâ hayal edebiliyorum.
.jpg)
Daha sık kullandığın dönemlerde İstanbul’da nerelerde kayıyordun?
Çoğunlukla Beşiktaş’taydık. Maçka’da Swissotel’in karşısındaki parkta da kayıyorduk. Bir ara Bilgi Üniversitesi’ne ders vermek için gidip geldiğimde Balat Sahili’ndeki parklarda kaydım. Bir takım yeni modernist sitelerin (Ataköy) kentsel tasarımları da bu iş için uygun olduğundan birkaç kere oralara da gittim. Çoğu hâlâ kullanılıyor. Maltepe’deki dolgu parkına bir kaykay alanı yapıldı. Denemedim ama fotoğraflarda etkileyici görünüyor. İBB birkaç yıl önce Fenerbahçe’deki kaykay parkını da büyüttü, orası da çok kullanılan bir alan. Belçika’dayken bir kolektif ile birlikte kaykaycıların buluştuğu, geçtiği yerler veya güvenlik görevlileri onları kovduğu için kısa kalabildikleri alanlar gibi çeşitli gradyanlar oturttuğumuz bir harita yapmıştık. Bunu yaparken fark ettik ki kaykaycılar kentsel alanı çok büyük bir çapta kullanıyorlar. Bir merdiven ya da engel varsa sadece orada fotoğraf çekebilmek için bile büyük mesafeler katetmeye hazırlar. Tabii İstanbul’da çoğunlukla Fenerbahçe sahili veya Beşiktaş Meydanı gibi yaşadıkları yere yakın alanlarda buluşuyorlar ama oralar sürekli aynı hareketleri yapmaya yönlendirdiği için bir noktada sıkılıyorlar. Arada sırada dillerini geliştirmek için farklı engellerle bedenlerini riske sokmak için mobil olarak hareket ediyorlar ve kenti çok geniş kullanıyorlar.
Geçtiğimiz günlerde mimar Cem Sorguç ile de yine Rast Magazine için konuştuğumuz Beşiktaş’taki Barbaros Meydanı projesine getirmek istiyorum konuyu. Kentlilerin veya belirli bir topluluğun yer edindiği, kentsel hafızaya yerleşecek derecede sahiplendiği bir bölgeyi yenilerken, o topluluğun ihtiyaçlarını, taleplerini dikkate alarak tasarım yapmak önemli. Günümüzde ve bu coğrafyada çok örneğine rastladığımız bir yaklaşım da değil malum. O nedenle Barbaros Meydanı kapsamındaki dönüşüm projesinde o alanda görmeye alıştığımız kaykaycı topluluğunu sürecin içine dahil etmek belirleyici bir yaklaşım diye düşünüyorum. Bu çalışmayı nasıl yürüttünüz?
Brüksel’de 2003-2004’te gerçekleştirdiğimiz bir projede daha önce yaptığımız bir pratikti. Orada kaykaycı kolektifi belediyeden şehir merkezinde bir alan talep etmişti ve bizim ofisimiz o kaykaycı kolektifiyle katılımcı bir tasarım süreci yürütmüştü. Kaykayda farklı sesler ve stiller var ve bu stillerin kendilerini ifade edebilecekleri bir alan tasarlamak için hepsiyle farklı maket ve çizim atölyeleri yapmıştık. CM Mimarlık ile de daha sıkıştırılmış halde aşağı yukarı benzer bir çalışma gerçekleştirdik. Beşiktaş’ta mevcut durumda sevdikleri engellerin veya kentsel tasarımların neler olduğuna dair bir belgeleme yaptık. Yükseklikleri ölçtük. Ve Cem’in (Sorguç) o zaman bazı otobüs duraklarının değişikliği yüzünden alanın daralmaları, engellilerin erişimi, yaya akışıyla kaykaycıların akışının çakışmaması için oturttuğu bazı çizgiler vardı. O çizgileri Beşiktaş’ta mevcut ya da eski kesite göre adapte etmeye çalıştık. Ayrıca merkezi elemanlarla ilgili de kaykaycılar Cem’in ofisine gidip tekrar tasarım desteği verdiler. Kaykaycıların oradaki varlığı sonuçta önemli. Onların varlığı o alanı korumanın yanı sıra bir tür kentsel tiyatro gösterisiyle de orada seyirci-oyuncu ilişkisi yaratıyor. Ve bence bu o meydanı daha huzurlu ve güvenli yapıyor. Altını çizdiğin gibi kenti kullanan bir grubun alanına sahip çıkıp, oranın dönüşünde yalnızca seyirci kalmayıp bir aktör olması, o alanın geleceğini sahiplenmesi çok pozitif bir şey. Keşke daha sık olsa…

Kentin mevcut düzeninde tüm ihtiyaçlara cevap verip, ayn zamanda yeni bir vizyon çizmek çok zorlayıcı görünüyor. Yine de yeni alanlar açmak için senin nasıl bir önerin olurdu?
İstanbul’da yol kesitlerinin çoğu fazla geniş aslında. Trafik sorununda çok geniş kesitli yolların birden daha dar kesitlere evrilmesiyle, araçların sürekli yer değiştirmesi halinin yarattığı tıkanıklık var. Avrupa’da da trafik eskiden suyun akışı gibi düşünülmüştü. Son yıllarda ise matematik modellemelerde daha çok gaz gibi davrandığını öğrendik. Aslında yolun kesitini biraz daha daraltıp arabaları yavaşlatıp aralarındaki mesafeyi küçültünce daha basınçlı ve hareketli bir akış yakalamak mümkün. Böyle düşünürsek kentteki bir sürü aksta kaldırımlar genişleyebilir, çeşitli kamusal alanlar yaratılabilir. Örneğin bir gün Tepebaşı’nda otoparkın üstündeki alanı yok edilip, ’90larda olduğu gibi tekrar -sert zeminli de olsa- bir kamusal alana dönüştürülebilir. Bu kadar toplu ulaşım alt yapısı olan bir şehir merkezinde hâlâ bu ölçüde devasa otoparkların da var olması mantıksız. Yavaş yavaş onların en azından çatı katlarını kamusal alanlara dönüştürmek gibi bir hayal kurulabilir. Çünkü otopark yaptığınız ve yol kesitlerini düşürmediğiniz anda şehir merkezine hâlâ trafiği çekiyorsunuz ve bunun sürdürülebilir bir durumu yok.

Son yıllarda kentli genç nüfusta kenti daha farklı sahiplenme, kullanma yolunda bir talep ya da çaba gözlemliyor musun?
Evet var tabii… Ekonomik kriz yüzünden gençlerin eğlence mekânlarına erişimi gittikçe zorlaşıyor. Bir öğrenci bütçesi ile mevcut fiyatlarla yeme-içme zor. Tam da bu nedenle, örneğin Şişhane’deki sokak merdivenlerinde veya Galatasaray Otoparkı’nın arkasındaki merdivenlerde cumartesi akşamları olan manzara inanılmaz! Bence şu anda kentte en iyi işleyen iki kamusal alan buralar olabilir. Merdiven harika bir alan! İnsanlar hem çıkınca bakmak, görmek hem görülmek istiyorlar ve oralar da bir tür amfi tiyatro alanına dönüyor. Bu önemli… Merdivenler benim çok ilgimi çekiyor. Bilgi Üniversitesi’nde öğrencilerime en sevdikleri yeri soruyorum ve Vadi İstanbul cevabını alabiliyorum. Çünkü bunu söyleyen kişi Kağıthane’de yaşıyor ve oradan Taksim’e gelmek 1,5 saatini aldığı için en yakın erişebildiği açık alan maalesef güvenlik görevlisi ve kameraları olan bir “açık” alan oluyor. Beşiktaş’ta Barbaros Meydanı tarafındaki üç büyük basamakta da aslında bu vardı. Cem (Sorguç) de onları biraz daha genişleterek tasarımda sürdürdü. Bu kaykaycıların da taleplerinden biriydi aslında ve bu mekânı birleştiren bir topografik düzenek oldu.