Ben Anadolu Yakası’nın taksisiyim. Orada doğdum, orada büyüdüm ve her yakanın kendi yerlisi gibi ben de Anadolu Yakası’nın Avrupa Yakası’ndan çok daha yaşanılabilir, çok daha güzel olduğunu savunurum. Ve yine her Anadolu Yakası yerlisi gibi ben de karşıya geçmeyi bir külfet olarak görürüm; ancak yapacak bir şey yok. Öyle ya da böyle geçilecek o tarafa. Koştur koştur trene binerim, inerim. Koştur koştur metroya binerim. Sonra koşarak vapura yetişirim ve her vasıta değiştirdiğimde İstanbul’a sinirlenirim “bu kadar büyük olmak zorunda mıydın” diye. Hep bir telaş hakimdir sanki günlerime. “Çok yorucu bir yer burası, biz burada nasıl yaşıyoruz?” ya da “Ne kadar kalabalıktı tren” şeklinde türlü türlü cümleler olur kafamın içinde, bir de kulağımdaki müziğin sesi. Söylenir dururum içimden. Bir türlü bitmez o cümleler. Ama vapura yetiştiğim, o vapura bindiğim, belki kendime bir çay aldığım ve boğazdan geçmeye başladığım o an, hepsi durur. Çünkü inanamam bu kadar tarihi, bu kadar merkezi, bu kadar güzel bir yerde yaşadığıma ve hayranlıkla Boğaz’ı ve gerçek anlamda medeniyetler beşiği olan İstanbul’u izlemeye koyulurum. Belli bir vakitten sonra, belki yolu yarılayınca, bu sefer de bu şehre iyi bakmayan, kıymetini bilmeyen ve bilmemeye de devam eden herkes hakkında söylenip dururum. Umarsızca dikilen binalar, gözden çıkarılan yeşillik alanlar, korunmayan tarihi eserler, kirletilen deniz derken ben yine bir söylenme sarmalına kapılırım. Sonrasındaysa “Neyse ya, İstanbul’a bir şey olmaz” der vapurdan inerim ve bu sefer hem vapurda söylendiklerime hem de öncesindekilere söylenirim. İşte böyle kaotik bir ilişkim var yaşadığım şehirle. Kendimi “her şey başka türlü ve daha güzel olabilirdi” noktasıyla “sen her halinle güzelsin, şehirlerin ecesisin İstanbul” noktası arasında gidip gelirken buluyorum sürekli.
Tüm bu söylenmelere rağmen İstanbul’a gönülden bağlıyım. İçinde barındırdığı tarihle, kültürle, müzikle bambaşka bir yer gibi geliyor bana. Neredeyse yirmi yıl önce çıkan, Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek belgeseli de işte tam olarak bu karışık duyguları canlandırdı içimde. Alman müzisyen Alexandre Hacke, daha önce İstanbul’da geçirdiği zamanlar süresince bir türlü çözemediği İstanbul’un müziğini bir daha ele almak ve bu sefer daha detaylı incelemek için Beyoğlu’na yerleşiyor. Yolculuğu ve araştırması boyunca İstanbul’un içinde barındırdığı her tarzdan müzisyenle kesişiyor yolu. Siz de bu yolculuğu nostalji, keyif ve belki de biraz hüzünle takip ediyorsunuz. Hüzünle; çünkü fark ediyorsunuz ki biz aslında bir arpa boyu yol alamamışız.
Tahmin edersiniz ki 2005 İstanbul’unu, eski İstanbul’u, eski Beyoğlu’nu hatırlamıyorum maalesef. Sadece anlatılanlardan, okuduklarımdan, izlediklerimden ne kadar değiştiğini biliyorum İstanbul’un. Ana teması, İstanbul’un içinde barındırdığı müzik türleri olsa da konu ister istemez o zamanın güncel politikasına ya da koşullarına geliyor. Konu her masada, her sohbette oraya geliyor zaten hâlâ; aksini düşünmek saçma olurdu. Gelinen konulardan anlıyorsunuz ki bu ülkede hiçbir şey değişmemiş. Ne bahsedilen problemler çözülmüş ne de o problemleri tartışmayı bırakmışız. Hatta üstüne nur topu gibi yenilerini doğurmuşuz. Hep ilerlediğimize ve bir şeylerin değiştiğine, bir şeylerin daha iyiye gittiğine dair bir illüzyon var; ama illüzyon olduğunun da farkında herkes. Gerçeklik bu değil. Daimî olarak bir yalanla yaşamak ama kendimizi yalanla yaşamadığımıza inandırmaya çalışmak gibi bir şey bu. Hayatlarımızı daha yaşanılır kılma mücadelesi içindeyiz sürekli ve bu çok yorucu. Bu yeni öğrendiğim bir şey değil; ama İstanbul’un nasıl bütün müzik türlerini bünyesinde erittiğini, onları harmanladığını anlatan bir belgeselde bu gerçeklikle yüzleşmek kalbimi kırdı.
Yeni bir kalp kırıklığı değil bu. Zaten her gün bu şehirle ya da bu ülkeyle ilgili bir şey kalbimi kırmayı başarıyor. Ama yine de devam etmeyi öğreniyor insan bir şekilde. İstanbul’u umutsuzca sevmeye devam ediyorum. Bir gün buradan taşınırsam buraya geri döneceğimi biliyorum. Gittiğim her şehri İstanbul’la kıyaslamaya ve “aslında biraz daha iyi bakılsaydı…” diye başladığım cümlemi, iyi bakılmış İstanbul’u tasvir ederek tamamlamaya devam ediyorum. Hayallerimdeki bu iyi bakılmış İstanbul da tüm kıyaslamaların galibi olmaya devam ediyor. İstanbul’un daha kolay olmasını dilerdim; ama öbür türlüsünü bilmiyorum ve bir noktada bu adrenalin ve kaosun da bağımlısı oldum galiba. Hislerimin çok karmaşık göründüğünün farkındayım. O sebepten karmaşıklığı Duman’ın şu iki cümlesiyle özetleyerek bu yazıyı noktalamak yerinde olur:
“Bu şehir kanımızı emer
Bu şehir için ölmeye değer”