İnsan kendi benliğine hapis ve hayatına devam edebilmek için, o benlikle barışmanın ya da belki ona alışmanın bir yolunu bulması gerekiyor. Ancak bu şekilde, içimizi zaman zaman aniden kemirmeye başlayan ya da belki de uzun zamandır kemiren yalnızlık hissiyle barışıp devam edebiliriz yolumuza. Kurduğumuz sosyal ilişkilerin tümü ve ailemiz, içimizdeki bu yalnızlık duygusunu azaltsa da tamamen geçirmiyor sanki. Yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz; içten içe biliyoruz gibi, her şeyin geçebileceğini ve bu sebepten gerçek anlamda kendimizden başka kimsemizin olmadığını. Her zaman tüm yoğunluğuyla yaşamıyoruz belki bu hisleri; ama bazen de hiç beklemediğimiz anlarda tokat gibi çarpıyor yüzümüze. İşte bu anlarda sizi koşulsuz seven ve o sırada kafanızda kurduğunuz bütün o karmaşadan çıkmak durumunda bırakan dostunuzun varlığı yetiyor.
Her zaman çeşitli koşullar yaratmışız birini sevmek için; sevilmek için de belli koşulları yerine getirmemiz gerektiğine inandırılmışız.
“İnsanın en yakın arkadaşı” diye boşuna denmemiş köpekler için. Gerçekten en yakın arkadaşı; hangi arkadaş size koşulsuz bir sevgi ve şüphesiz bir güvenle bağlanabilir ki? Veya bir insanın, bir insana gerçekten koşulsuz bir sevgiyle bağlanması mümkün müdür zaten? Değil bana kalırsa. Her zaman çeşitli koşullar yaratmışız birini sevmek için; sevilmek için de belli koşulları yerine getirmemiz gerektiğine inandırılmışız. Ancak en yakın dostlarımız köpekler bizi gerçekten, ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım sevmeye devam ediyor. Bu büyük sevgi altında kimi zaman ezilirken, bir yandan da sayesinde bambaşka bir bağ kuruyoruz köpeklerimizle. Evet, köpek büyük bir sorumluluk; bakımı hiç kolay değil. Tıpkı insan ilişkilerinde de olduğu gibi onunla da dengeli ve sağlıklı bir ilişki yürütmek emek ve sabır istiyor. Gelgelelim, bu kadar güzel ve saf bir sevgiye, sadakat ve güvene nankörce yaklaşmak da insana yaraşır!
Wes Anderson’ın Isle of Dogs’da altını çizdiği konu da tam olarak bu. Japonya’daki bir şehirde, yaydıkları hastalıklar sebebiyle sahipli ve sahipsiz, tüm köpeklerin “çöp adası” olarak bilinen bir adaya gönderilmesi kararı alınır. Valinin, annesi ve babasını bir tren kazasında kaybetmesi sebebiyle evlat edindiği, aslında yalnız bir çocuk olan Atari, rehber köpeği Spots’u bulmak için adaya gider ve tüm hikâye öyle başlar. Atari’nin bu yolculuğunda, bir grup köpek ona eşlik eder: Chief, Rex, King, Duke ve Boss. Aralarından yalnızca Chief bu adaya gelmeden önce bir sokak köpeğidir. Atari’yle de en zor o anlaşır; ona neden yardım ettiklerini bir türlü anlayamaz. Atari’nin adadaki yolculuğuyla eş zamanda şehirdeki köpekseverlerin mücadelesi de sürmektedir. Köpeklerin hastalıkları için bir tedavi bulunur. Fakat şehir yönetimi tarafından, projenin başındaki doktor öldürülür ve tedavinin üstü kapatılır. Yönetim, köpekleri şehirde kesinlikle istememektedir. Köpeğine olan sevgisi ve bağlılığı sayesinde Atari başına gelen zorlukları aşar, köpeğine kavuşur ve Adadaki diğer tüm köpekleri kurtarır. Spots’un köpek adasında geçirdiği zaman onu artık Atari’nin köpeği olmaktan alıkoyar; ancak yolculukları sırasında Atari’yle derin bir bağ kuran, ilk defa biri tarafından sevilen ve birini seven Chief, Atari’nin köpeği olur. Sevgi, huysuz, ısıran ve yalnız bir köpeği, evcil, uysal ve sevgi dolu bir köpeğe dönüştürmüştür. Aynı zamanda sevgi ve merhamet, çöp adasına terk edilmiş binlerce köpeğin hayatını kurtarmıştır.
Bir köpeğin saldırgan olduğuna kim karar verecek?
Sevgi ve merhamet bizi şu anki durumdan da kurtarabilir. Sokak hayvanları hakkındaki yasa teklifini, Türkiye’yi ve Isle of Dogs’u bir düşünelim: Bizi Atari’nin yaptığını yapmaktan alıkoyan nedir? Bu sorunun cevabı, yasa teklifine de neden güvenmediğimizi kanıtlar nitelikte. Önce, yasa teklifinin neler dediğini gözden geçirelim. Yasa teklifine göre önce saldırgan ve kuduz riski taşıyan köpekler toplanacak. Rehabilite edilemeyen ve bir ay içinde sahiplendirilemeyen köpekler uyutulacak. Sahiplendikleri köpekleri sokağa bırakanlar içinse para cezaları artırılacak. Mahallelerde beslenen ve zararsız köpeklerse kısırlaştırılma şartı ile sokakta kalmaya devam edecek.
Ancak buradaki problem şu: Bir köpeğin saldırgan olduğuna kim karar verecek? Bu rehabilitasyon sürecini kim yürütecek? Bahsedilen barınaklar ne kadar güvenilir? Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bütçesi artırılacak deniyor; ama o bütçenin ne kadarı bu hayvanların sağlığına kavuşması veya en doğru sahibi bulması için kullanılacak? Hepsinden daha büyük olan sorunsa bütün köpekleri çeşitli bahanelerle toplatmayacaklarından ve uyutmayacaklarından nasıl emin olabiliriz? Merhametlerine ne kadar güvenebiliriz?
1910 yılında yaşanılan faciayı hatırlayalım: 80.000 köpek toplatılıp Sivriada’ya gönderildi ve hepsi açlıktan öldü. Aslında katledildiler demek daha doğru. Ne yazık ki onları “Köpek Adasından” kurtarabilecek bir Atari yoktu.
Köpeklerden ya da genel olarak hayvanlardan bahsederken, onların da bu dünyada, bu doğada bizimle yaşadıklarını, bizim kadar yaşama hakkına sahip olduklarını unutuyoruz sanki. Onlara hükmediyormuşuz, onlar hakkında büyük kararlar almaya hakkımız varmış gibi davranıyoruz. Doğru, insan en zeki hayvan ve zekâsı onu diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik. Bu zekâ insana hükümdarlık ve öldürme, katletme makamını veriyor mu gerçekten? Zekâ, beraberinde vicdanı getiriyor. Madem bize vicdan diye bir şey bahşedilmiş, neden onu kullanmıyoruz? Sevgimizi neden paylaşmıyoruz?
Herkesin evde bir köpeği yok ve herkes köpek sahiplenemez. Ama herkesin sokakta gördüğü, karşılaştığı, sevdiği köpekleri var. Hiç gece eve yürürken bir köpekle karşılaştığınız, onu sevip okşadığınız ve sonra da sizi eve kadar takip ettiği oldu mu? Eğer olduysa bunun sizde yarattığı hissin ne kadar kıymetli ve ne kadar saf olduğunu da bilirsiniz. O anda, tuhaf bir şekilde ne kadar güvende hissettiğinizi de bilirsiniz. Çünkü o sırada yalnız değilsinizdir; düşüncelerinizden sıyrılmış ve o hissin verdiği tatlılığa kapılmışsınızdır. Bu hissin ihtimalini dahi ortadan kaldırmak bizi nereye sürükler? Atari’nin de dediği gibi “Hayat döngüsü pamuk ipliğine bağlıdır. Biz kimiz ve kim olmak istiyoruz?”