‘’Bana travmayı veren de, bunu çözmem için alan açan da babam oldu’’
90’lar Türkiyesi’nin siyasi atmosferinde, ikiliğin ve kutuplaşmanın gölgesinde geçen Yurt, merceğine lise hazırlık öğrencisi Ahmet’in ailesinin zoruyla gönderildiği tarikat yurdu ile okulu arasındaki sıkışmışlığını alan bir büyüme hikâyesi. Nehir Tuna imzalı film, dünya prömiyerini 80. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirdikten sonra Türkiye prömiyerini yaptığı 43. İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale’yle döndü. Yönetmen Nehir Tuna’yla kendi hayat hikâyesiyle de ortaklaşan bu filmin üretim sürecini, filme dair teknik ve politik tercihlerini, motivasyonunu ve başka pek çok şeyi daha konuştuk.
Yurt’un yarı-otobiyografik bir film olduğunu biliyoruz. Benzer bir yurt deneyimi yaşamışsın sen de. Nasıl oldu da bu hikâyeyi anlatmaya karar verdin?
Aslında hep aklımdaydı. Daha önce deneyimimden yola çıkmayan, benim olmayan bir hikâye yazıp film olması için çabalamıştım. Sonra onun olamayacağını gördüm ve Yurt’a döndüm, “Bu iş o” dedim. Birçok yönetmene de baktığında, ilk filmde özellikle kendinden bir şeylerle çıkıyor. Çünkü yönetmenlik çok fazla unsurun birleşimi. Her kasın çok da güçlü olmayabiliyor. Günün sonunda en güçlü olduğun şey hikâyen oluyor, seni geldiğin noktaya o taşıyor. Çünkü kendini biliyorsun. Bildiğinden başlamayı da içgüdüsel olarak tercih ediyorsun tabii.
Şunu çok merak ediyorum, hikâyenin kişisel tarafı filmle arandaki mesafeyi nasıl etkiledi?
O mesafeyi kurmak çok kolay bir şey değil açıkçası. Çok içinden gelen, yer vermek istediğin bir sürü detay oluyor atmosferi ve dokuyu aktarmaya çalışırken. Ama bir yandan da ortada bir hikâye var ve bu detayların anlatıda yer bulabilmesi için hikâyeye hizmet ediyor olması gerek. O anlamda benim geri dönüp çıkarmak zorunda kaldığım, hikâyeyi ağırlaştırdığını fark ettiğim çok fazla unsur oldu. Yeniden yazım sürecinde çok şey eledim. Ama her sabah kalktığında o projeyi hayata geçirmek için mücadele veriyor olmak çok güzel. Kendime hep “Bugün Yurt için ne yaptın?” diye soruyordum. Bunu yapabilmemin en büyük sebebi de hikâyenin benden çıkmasıydı. Güzel olacağına dair inancım hep vardı. Zaten kişisel bir hikâyeden yola çıkmanın en büyük motivasyonu da bu sanırım. Sürece yayılıyor ve her gün kendini güçlendirmek zorundasın.
Benim için; pahalı, terapötik bir seans gibiydi
Peki böyle bir anlatı kurmanın zorlukları oldu mu? Sonuçta ortaya dökülen bir şeyler, izler oluyor ister istemez. Kimi şeyler daha açık, kimileri daha örtük anlatılıyor. Kurmaca da var işin içinde. Bütün bunların dengesi nasıl sağlandı senin için? Anıları deşme hâlinin üretim sürecinde ve sende kişisel olarak nasıl bir etkisi oldu?
Yaşananların duygusuyla yazmaya çalışmak, eskiye gitmek, bir âna odaklanmak, evet zor. Aileden ayrılmak üzerine, alınamamış bir sevgi ekseninde anlatıyorum hikâyeyi. Aileden alınamayan bir sevginin başka yerlerde aranmasıyla mücadele ettiğin için de ayrıca zor. Açıklık ve örtüklük kısmına gelince de; ben olabildiğince Ahmet’in perspektifinde kalmak ve seyircinin de onun gördüğü kadarını görmesini istedim. Gerek politik arka plan, gerek yurtta maruz kaldıkları olsun, daha fazlasını bilmekle ilgilenmedim. O yüzden kendime uyguladığım bir otosansür ya da kapatmaya çalıştığım bir şey olmadı. Bence bu hususlar anlatıyı özgün kılıyor aynı zamanda. Elindeki malzemeyi olabildiğince tutmaya, korumaya, var etmeye çalışıyorsun. Her gün gelişip değişiyoruz tabii. Bugünden baktığımda “Daha farklı yapabilirdim” dediğim anlar olmuyor değil. Mizansendeki bazı değişiklikler anlamında özellikle. Fakat en nihayetinde güzel bir süreçti benim için; pahalı, terapötik bir seans gibiydi.
Üretim süreci; ailene, kendine ya da hatıralarına bakışını etkiledi mi peki? Filmden sonra bir şeyler değişti mi sende? Nasıl bir noktadasın şu an?
Babamı anlayabildiğim bir noktaya geldim diyebilirim. Neyi neden yaptığını net görmeye başladım. Beni yurda göndermesi, o an kapıldığı heyecanı bana aktarmak istemesinden ibaretti. Beni eğip bükmek, şekillendirmek ya da bir kalıba sokmanın ötesinde; kendisinin tattığı o sevgiyi, aşkı ya da adı her neyse o duyguyu benimle paylaşmak ve benim de bundan nasibimi almamı istiyordu. Bunları görebildiğim bir süreç oldu benim için.
Babanla ilişkin senin için epey merkezde anladığım kadarıyla…
Tabii. Bir de babamla olan ilişkimin “Beni yurda verdin, bıraktın ve sonra hayatımda var olmadın” gibi bir çıkış noktası yok. Fiziksel olarak değilse de desteklemesi bakımından her zaman yanımda oldu. Yapmak istediklerim konusunda özgür bırakması, sinema aşkımı da besleyen bir yerde durması bence çok güzel bir şey.
Kardeşim kendini yurttan aldırdı, ben yapamadım
Sinemayla bağın nasıl gelişti peki?
Yurtta kalmaya başladığım zamana denk geliyor sinemayla haşır neşir olmam. Sanki böyle yeni bir arkadaş edinmiş gibi oldum. Hayat bağımı buradan kurdum. Yurt ve okul arasındaki sıkışmışlıktan, o izolasyondan böyle kurtulabildim. Yani oldukça duygusal bir bağım var sinemayla. Söylediğim gibi, babam da hiçbir zaman karşı gelmedi ve şükran hissi uyandırıyor bu bende. Bana travmayı veren de, bunu çözmem için alan açan da kendisi aslında.
Yurttaki sürecinde senin bir isyanın olmuş muydu peki? Başkaldırmış mıydın?
Yok, onu kardeşim yaptı. Ben beş sene kaldım yurtta. Zaten yapım gereği hep adapte olmaya çalışan, o koşullarda neler yapılabilecekse onun en iyisini yapmak için çabalayan bir insandım. Dolayısıyla kardeşimin yaptığını ben yapamadım. O, şartları ona göre hazırladı, günün sonunda kendini yurttan aldırdı. Ben böyle bir kapı olacağını düşünmedim bile.
Sence filmin sonu “Bu karanlık bizi yutar, fanustan çıkamayız” diyor mu? O dönüşün anlamı ne senin için?
Hayır. Aksine Ahmet sonda, o çatı sahnesinde içsel olarak bir özgürleşme yaşıyor. Tekrar yurda gelmesi ve bunu arkadaşlarından saklamaması tam da o döngüden çıktığının işareti. Ev artık bir ev değil. Ahmet’in gidebileceği tek yer yine yurt; ama yurda tamamen değişmiş, Hakanlaşmış bir halde gidiyor. Anlatılanların bir kulağından girip öbür kulağından çıktığı ve orada sadece zorunda olduğu için bulunan biri artık Ahmet. Oradaki doktrinleri reddeden bir yapıda yani. O sonun bendeki karşılığı “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla” gibi bir şey. Ahmet tabii ki yurda da gidecek, okula gitmeye devam ettiği gibi tıpkı. Ama artık bundan o kadar da etkilenmeyecek. Aynı Hakan’ın ona anlattığı gibi: “Cehennem var ama her şeyden korkan o çocuk yok artık.” Yani her şeyi dert edinen ve buna göre pozisyon alan bir Ahmet yok artık. Olgunlaşmak, büyümek de böyle bir şey biraz. Her zaman kaçamıyoruz, dönmek zorundayız bazen. Çünkü hayat böyle akıyor.
İnsanların kategorize edilmesi ve yaftalanmasına karşıyım
Peki filmi -ve kendini de- politik olarak konumlandırdığın bir yer var mı?
Başta da söylediğim gibi, tek derdim olanları Ahmet’in gözünden göstermekti. Bu yüzden iki tarafa da eşit mesafede kalmaya çalıştım olabildiğince. Çünkü ben o iki dünya arasında sıkışmış çocuğun hikâyesiyle ilgileniyorum. Yurttaki hayatta bir şeylerin arası yoktur; ya siyah vardır ya beyaz, ya dindarsındır ya ateist. İnsanların kategorize edilmesi ve yaftalanmasına karşıyım. Ahmet de “Bir yere ait olabilir miyim, bu iki seçenekten birine ait olmak zorunda mıyım?” diye sorgulayıp bunun içinde debeleniyor. Film zaten bir sevgi arayışı hikâyesi. Bir babadan, bir kızdan, bir oğlandan. Ama tabii ki bunun içerisinde politik arka plan da var. Dönemin dokusunu ve ülkenin bulunduğu siyasi konjonktür Ahmet’in omuzlarında da yüke sebep olan bir şey zaten. Üstelik benim tecrübemden geliyor. Günümüz Türkiyesi’nde böyle bir yurtta kalmakla 90’ların sonunda kalmak oldukça farklı bir yandan. Ama yurda o dönemde gittim, o dönemi biliyorum. Babam yurt inşaatı yaptırdığı için arabası taşlandı mesela. Evimize askerler gelirdi. Küçük bir yerde yaşıyorduk ve bunları görerek büyüdüm. Dolayısıyla hikâye o günün şartlarından ve politik bağlamdan kopuk değil, olamaz da. Her şey çok entegre birbirine ve filmdeki ağırlığı da olması gerektiği kadar.
Ahmet’le Hakan’ın ilişkisini soracağım. Sende nereye tekabül ediyor bu dostluk? Nasıl kurguladın bu iki karakteri ve aralarındaki bağı?
Ahmet’in sevgi aradığını söylüyorum hep. Bu, çeşitli biçimlerde olabilir. Aile sevgisi, romantik bir sevgi, arkadaşlık gibi. Fakat aslında babası, onun dindar olmasını istiyor sevgisini hak etmesi için. Kız, dindar olmamasını istiyor. Ama Hakan, onu olduğu gibi kabul eden ve ona alan açan biri. Zamanla bu üç sevgi formunun tek bir insanda birleştiği bir noktaya evriliyor aralarındaki bağ. Yani Hakan’da bulabiliyor bunları. Sevginin sınır tanımazlığı aslında burada güzel olan. Bunu “bir şey” olarak kategorize etmeden yaşayabilmek güzel. Bu akışkanlık güzel. Derdim bu benim. Bir şeyleri sembolik düzeyde tutmak istiyorum. Yaptığım şey ergenlik ve duyguların taşması üzerine. Dolayısıyla bir şeylerin tam da konuşulmaması, sadece hissediliyor olması insanı diri tutuyor.
Oyuncularla bir araya gelişin nasıl oldu?
Benim hikayem aslında ortaokul hazırlık; Ahmet’inki lise hazırlık. Anlatıda ergenlik dönemine denk getirmek istedim bunu. Böylece filmin, iki yerde sıkışmışlığın yanında duygusal ayaklanmalarla da bir yere gelebileceğini düşündüm. Bir de tabii küçük yaşta bir çocuk oyuncuyla çalışmanın zorlukları da olurdu. Dolayısıyla yaşı daha büyük olan fakat küçük gösteren oyuncular iyi bir seçenekti benim için.
Can Bartu Aslan’la 2017’de kısa film yapmıştım. Didem Ellialtı önermişti o zaman. Can’ın çok kendine özgü bir konuşma şekli, bir ağırlığı var. Geldiği kültürü de kucaklayan bir yapıda. Bunu çok sevmiştim. Çok güzel çalıştık. O zamanda beri istiyordum aslında onun Hakan olmasını. Doğa Karakaş’la da Ocak 2020’de tanıştık. Yetenekli olduğunu görüyorsun zaten. Yetenekten de ziyade, doğal. Yani seninle nasıl konuşuyorsa kameraya da öyle konuşuyor. O doğallık çok kolaylaştırıcı. Aynı zamanda çok iyi bir dinleyici. Aynı şeyi söylüyor olsan dahi, ses tonunun bile on farklı şekilde karşılığı olabiliyor onda. İkisi de çok yetenekli. Bir de oyuncular netleştikten sonra çok fazla prova yaptık. Bu esnada alttan alta işleyen bir yeniden yazım sürecim de oldu. Senaryodaki çocuksu yerlerin atılıp karakterlere uygun şekilde revize edilmesi gibi.
Can’la tanıştığınızda filmin bir taslağı vardı o zaman?
Tabii. O kısa filmden sonra ben “Bir de uzun metraj geliştireyim” diye düşünmedim. Öncesinde zaten böyle bir projem vardı. “Nasıl hayata geçireceğim, nasıl bir atmosfer olacak” gibi soruları hem kendim için test etmiş hem de insanlarla paylaşıp bir tür ön çalışma yapmış oldum.
Yapımcımız desteğini çekti, Hamburg’tan film fonu aldık
Hazırlık aşaması ne kadarlık bir periyoda yayıldı? Hem maddi hem manevi anlamda film çekmek o kadar kolay değil artık. Üstelik ilk uzun metrajın. Nasıl bir süreç oldu?
Aslında finansman olsaydı daha erken hayata geçecekti proje. 2021’de “pandemi koşulları biraz daha rahatlar mı, çekebilir miyiz acaba” diye düşündük, niyetlendik de. Ama başka şeyler girdi araya hep. Bir yapımcımız desteğini çekti mesela. Sonra Hamburg’tan film fonu aldık. Türkiye’den irili ufaklı ortak yatırımcılar girdi işin içine. Tanay Abbasoğlu ana yapımcımız; en sonunda o kendi ekibini getirdi ve el birliğiyle yaptık.
Her şey kendi zamanını buluyor galiba.
Ya tabii, biz filmi 2022’de çektik. 2022 Ocak ve Şubat. Haziran’da da birkaç sahne çektik. O zaman çekmesek şu an her şey çok zor olurdu. Çünkü büyük bir dalgalanma oldu. Bütçeler aynı değil. Haziran’daki çekimlerde bile fark ettik bunu. Kalan üç dört günün çekimlerini yaparken gerek kiralamalar gerek kaşeler, her anlamda büyük bir fark vardı ekonomik olarak.
Nerede çektiniz?
İzmir ve İstanbul. İstanbul’da dağ tepe çektik daha çok. Aslında film Edirne’de geçiyor, senaryoda bu böyle. Ben Edirne’yi, oranın mimari dokusunu ve sokaklarını çok seviyorum. Filmde de o zamansız hissiyat olsun istiyordum. İzmir’de bulduğumuz okul da aslında yeni yapılmış bir bina değil; 20’lerden kalma, yüksek tavanlı. Böyle yerler kolay bulunmuyor. Mimari zevklerden yoksun çok fazla bina var.
İzmir’de çekmeye nasıl karar verdiniz? Şansınızın yaver gittiği bir süreç miydi sence? Aksilikler oldu mu?
Olmaz mı, oldu tabii. Hiç kolay değildi. İzmir’e gitmemizin sebebi orada bir yerel destek bulmamızdı. Bir kurum var, “biz burada film çekmeyi desteklemek istiyoruz. Burada çekerseniz size mekan desteği, kalacak yer ve yemek sağlarız” dedi bize. Sonra o desteklerin hiçbiri olmadı. İzmir’e gittiğimizde öylece kaldık ve bütçemizde büyük bir delik açıldı. Kalacak yer ve ulaşım masrafları gibi sorunlar oldu. Açığı kapatmak zorundaydık. Ben yemek aralarında 15 dakika yemek yiyor, yarım saat para arıyordum telefonda. Ama bir de şöyle bir şey var; arka plandaki genç ve istekli oyuncuları İstanbul’da bulmak zor olabilirdi. İstanbul’da çok fazla film çekiliyor. Bunu yapmak isteyen insanlar zaten gidip bir ajansa kaydolarak bir şekilde parçası olabiliyor. İzmir’de bu, o kadar da yok. Orada bir film çekildiğinde çocuklar tüm istekleriyle oradalar, kendilerini veriyorlar. Bir sahne vardı mesela, çocuklardan birine tokat atılacak. Çocukların hepsi “Hocam bana at” diyorlar, denemek istiyorlar. Bir tanesi hatta “Ben alışığım hocam, ben yurtta kaldım” dedi. Güler misin, ağlar mısın… Ama demek istediğim, o anlamda çok şanslıydık. O çocukların şevki, işin bir parçası olma arzuları çok güzeldi. Tabii işin bütününe de yansıdı doğal olarak.
Tek tip insan yetiştirilmesinin sembolik bir temsili siyah beyaz
Filmin siyah beyaz olması en başta belli miydi peki, yoksa yolda mı şekillendi?
O benim başlangıçta aldığım en kreatif kararlardan biriydi. Hikayenin çok sembolik bir özelliği aslında. Hem benim anılarımın da renksiz olmasının hem de bu gibi kurumlarda renge ve farklılığa yer verilmemesinin, tek tip insan yetiştirilmesinin sembolik bir temsili siyah beyaz. “Çok zor olur bak, bir daha düşün” diyenler de oldu bu kararımla ilgili. Ama yapımcılarım arkamda durduğu ve ben de bu fikre gönülden bağlı olduğum için yaptık. Görüntü yönetmeni de bir o kadar heyecan duydu. Bir yandan tabii filme eski görünümü de veriyor siyah beyaz. 90’larda geçiyor hikâye zaten. Baktığında “eski bir film” gibi algılanabilir ve günümüzde buna ne kadar yer var, tartışılır. Bu noktada da renkliye geçiş fikri geldi aklıma. Hem çocukların yurttan kaçtıktan sonraki özgürlüklerini vurgulamak hem de filmi daha güncel bir yere çekebilmek için.
Renkliye geçiş demişken… O şarkı… Filmin bütününde de müzikler çok güçlüydü. Fakat ben özellikle Ma Che Freddo Fa’dan çok etkilendim. Nasıl şekillendi müzik tercihleri? Sendeki yeri ne şarkıların?
Müziklerin hepsini kendim seçtim. Ma Che Freddo Fa’yı keşfedeli 10 yıl falan oluyor. Bir köşe yazısında denk gelmiştim, neymiş bu şarkı diye merak ettim. Dinlerken beni çocukluğuma götürdü. İnanılmaz bir şey. Nereden gelirsen gel, ne yaparsan yap, her yere götürebilir seni. Daha Yurt’un herhangi bir taslağı dahi yokken “Bu şarkıyı bir filmimde kullanmalıyım” diye not etmiştim. Sonra sözlerine baktığımda yapmak istediğimle ne kadar uyumlu olduğunu gördüm. Bir aşk şarkısı aslında. “Yüzümdeki gülümsemeyi çaldın” diyor. Ahmet’in tüm yetişkinlere ve Hakan’a da söylediği bir şey gibi gelir bu bana. Hakan’la olacakların ayak sesidir bir nevi. O yüzden de çok güzel bir hissi vardı. Başka bir şarkı düşünemezdim.
Vivaldi’nin Dört Mevsim’i zaten çok eskiden beri sevdiğim bir parçadır. Batı müziğinin temsili bir yandan. Doğu-Batı ayrımına da işaret eden bir yerde duruyor filmde. Seküler kesimi temsilen onun olması bana anlamlı geliyordu. Şarkının içinde o korkuları, aşkları, heyecanları hissediyorsun hep. Bir yandan da besteci Avi Medina’yla daha ilahi tadında şeyler tasarladık. Böyle böyle ayaklandı müzikler.
Görüntü yönetmeni Florent Herry’yle çalışma süreci nasıldı? Vizyon getirdiğini düşünüyor musun filme?
Görsel tarafı önceleyen biriyim. Kısa filmlerimde de estetik bir kaygı vardır hep. Aslında görüntü yönetmeni siz ne yapmak istiyorsanız kendini o forma sokuyor biraz da. Sizin hayalinizi gerçekleştirmek için sizinle birlikte dirsek dirseğe çaba veren biri. Bir görüntü yönetmeni “Bak bunu böyle çekmeliyiz, böyle bir evren yaratmalıyız” demiyor. Senin getirdiğin evreni destekliyor. Neticede bu görsel bir gramer. Florent’dan çok şey öğrendim. Onun pratik yatkınlığı bizi çok yerde kurtardı. Büyük bir şanstı onunla çalışmak.
Film yapma konusunda inatçı hissediyor musun kendini? Nasıl sürdürüyorsun bu inadı?
Evet, süper derecede hissediyorum hem de. Kolay değil bunu sürdürmek ama sanki bana yüklenmiş bir şey bu. Dışarıda arayıp bulamam gibi geliyor. Küçükken kendi kendime amcamın kamerasıyla oynamaktaki ısrarcılığım da belki bu inadı diri tutmuş olabilir. Bir de tüm imkanlarımı kullanarak, seferber ederek, gerekirse borca girerek yoktan bir şey çıkarma arzusu, organizasyon gücü, mücadele dürtüsü hep vardı bende. Bunun sinemayla iç içe geçiyor olması çok güzel.
Yapmak istediğin şey ve fikrin konusunda ısrarcı olmak çok önemli bir şey. Ama ısrarcılık değişime kapalılık demek değil. Bir hissim var ve buna giden on yol olabilir önümde. Bir yol tıkalı mı, başka bir yol mutlaka vardır. Adalet gibi biraz. Hayat sana “Sen bunun peşinden koştun, al bu da mükafatı” diyor mutlaka. Onun peşini bırakmamak lazım. Durup beklememek, vazgeçmemek lazım. Benim hikayem ve inadım da böyle biraz. Bir sürü şeyle savaşırken “Hayır ben bu filme odaklıyım, bunu gerçekleştireceğim” diyebildim. Bir gün bir şekilde emeğimin, çabamın karşılığını alacağımdan hiç şüphem olmadı. Ağlayıp sızladığım dönemler de oldu ama inandım hep. Su yolunu buluyor gerçekten.
Kafanda var mı bir şeyler bundan sonrası için?
Konuşmak için henüz erken ama beni çok heyecanlandıran bir şey var evet. Umarım bu sefer daha kolay, daha az yıpratıcı olur.
İki kutbun ortasında sevgiyi aramak