Published in  
Röportajlar
 on  
September 13, 2024

Bize kendimizi hatırlatan arkadaşlıklar: Deniz Cengiz

Deniz Cengiz'i sosyal medyadaki tiplemeleriyle tanıyor olabilirsiniz. Mesela Atakan'ın annesi olarak; Jet Sosyete'deki İlayda rolüyle ya da gösterimlerine devam eden Hücreler oyununun Santral Hücre'si olarak da hatırınıza kazınmış olabilir. Mizah odağında yazmaya da oynamaya da gönlünü kaptırmış Cengiz ile ilk kısa filmi "Kaçanlar" vesilesiyle buluştuk.
Kategori
Röportajlar
Tarih
13/9/24

Bize kendimizi hatırlatan arkadaşlıklar: Deniz Cengiz

Deniz Cengiz'i sosyal medyadaki tiplemeleriyle tanıyor olabilirsiniz. Mesela Atakan'ın annesi olarak; Jet Sosyete'deki İlayda rolüyle ya da gösterimlerine devam eden Hücreler oyununun Santral Hücre'si olarak da hatırınıza kazınmış olabilir. Mizah odağında yazmaya da oynamaya da gönlünü kaptırmış Cengiz ile ilk kısa filmi "Kaçanlar" vesilesiyle buluştuk.

Fotoğraf: Uzay Kabuli
Kategori
Röportajlar
Tarih
13/9/24

Bize kendimizi hatırlatan arkadaşlıklar: Deniz Cengiz

Deniz Cengiz'i sosyal medyadaki tiplemeleriyle tanıyor olabilirsiniz. Mesela Atakan'ın annesi olarak; Jet Sosyete'deki İlayda rolüyle ya da gösterimlerine devam eden Hücreler oyununun Santral Hücre'si olarak da hatırınıza kazınmış olabilir. Mizah odağında yazmaya da oynamaya da gönlünü kaptırmış Cengiz ile ilk kısa filmi "Kaçanlar" vesilesiyle buluştuk.

Fotoğraf: Uzay Kabuli

Şu sıra 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali'nin Uluslararası Kısa Film Yarışması'nda finale kalan; geçtiğimiz Haziran'da ise Kaş Uluslararası Film Yarışması'ndan En İyi Oyunculuk Ödülü'yle dönen Kaçanlar; zamanla hayatın farklı yerlerine denk düşsek de elimizi omzundan çekmediğimiz arkadaşlıklarımızın neşesini de kırılganlığını da hesaba katan kıymetli bir temsil sunuyor. 

Biri anne olmuş, diğeri kariyerinde ilerlemiş iki çocukluk arkadaşının uzun bir aradan sonra buluşmasıyla başlayan Kaçanlar'da Deniz Cengiz'in hayatının bir izdüşümünü görmek mümkün. Biz de filmin üretim sürecine, bize kendimizi hatırlatan ve aynı anda çokça duygu beslediğimiz arkadaşlıklarımıza, üretirken köşe bucak aradığımız sesimize ve yerimize, iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmaya teşneyken bunu açıklıkla ortaya koymaya engel kırılganlığımıza, sosyal medyadaki görünürlüğümüze ve mizahın dinamiklerine dair çokça şeyi konuştuk. 

Seni çoğumuz sosyal medyada paylaştığın videolarınla tanıdık. İlk videonu paylaştığın süreç nasıl gelişti senin için? O zaman bu kadar çok komedi içeriği de üretilmiyordu. Bu durum sosyal medyada kendini ortaya koyma fikrini kolaylaştırdı mı, daha zor hale mi getirdi? 

Kurumsalda çalışıyordum. Oyunculuk mezunuydum. İş bulamadım. Master yaptım, pazarlama. Kurumsal bir şirkete girdim sonra mutsuz oldum. Fotokopi gibi bir hayat. Her gün aynı günü yaşıyorum. “Ne istiyorum” dedim. Zaten insanın kendiyle itiraflaşması da çok zor bu konuda. Ne istediğini biliyorsun da, başarısız olmaktan korktuğun için... Oyunculuğu tekrar denemek istediğimi itiraf edemedim kendime ilk önce. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Hiç tanıdığım yok. Üstelik öyle bir okuldan da mezun değilim bence. Sonra bir cast ajansı denedim. Oradan bir şey çıkacağına inanmadım. O sıra Vine vardı ama bitmek üzereydi. Öyle bir kendimi denedim 7 saniyelik şeylerle. Bir kitlem oluşuverdi. Vine kapanıyordu. Instagram'a, YouTube'a geçeyim dedim. Bu da, kurumsal arkadaşlarının seni "Delirdi bu" diyerek izlemesi anlamına geliyor. Orada bir gerildim. İnsan yakın çevresinden daha çok geriliyor. İlk videoda utana utana yaptım ama içimde nasıl bir ateş varmış demek ki. “Rezil oluyorsak da olalım ya” dedim.

O zaman var mıydı senin gibi içerik paylaşan ve sana YouTube’a/Instagram’a bu videolarının atılabilir olduğunu hatırlatan birileri?   

Aslında bir sürü Vine fenomeni vardı. Çok güldüklerim de vardı. Instagram'a geçtiler mi bilmiyorum. Aslı İnandık YouTube'da da vardı sanırım. Biraz da Aslı bana güç vermiş olabilir çünkü diğerlerine gülüyordum ama bu kız oyuncu, güzel bir kafa diye hoşuma gitmişti. 

Videoların sonrasında Jet Sosyete'den Hücreler'e, kısa filmin Kaçanlar'a uzanan bir yol var. Sosyal medya yürüdüğün bu yola, senin görünürlüğüne katkı sağladı mı? Etkisi nasıl oldu?

Tabii. Yani Jet Sosyete sosyal medya sayesinde zaten. Videolar çekmeye başladım. 3 yıl öyle çektim kendi kendime. O zaman para da kazanılmıyordu video işinden. Influencer’lık falan tam yoktu. Ben o kafayla yapmıyordum gerçekten. Bilmiyordum işin oraya gittiğini. O sırada ilk Gupse benim videolarıma denk geliyor. Yalan Dünya WhatsApp grubuna beni yolluyor. Bir baktım Gülse Birsel beni takip etmeye başladı. Aman dedim. Çektiğim videolara daha dikkat ediyorum Gülse de beğensin falan diye. Ondan bir yıl sonra Gülse Birsel bana DM attı. Jet Sosyete’nin “audition”ına girsene diye. Audition’a girdim. Aslında yönetmenimiz Hakan Algül emin değildi benden, hiç tecrübem yok. Hatta bana “E sen bütün videolarını oturarak oynuyorsun. Ayakta da oynayabiliyor musun?” demişti. “Deneriz, oynayabileceğimi düşünüyorum”, dedim. Sonra tabii çok tatlı oldu aramız ama Gülse benim arkamda durmasa çok rahat elenebileceğim bir audition’dı çünkü tecrübeli istiyorlar genelde.

Fotoğraf: Emre Doğru

İlk videolarını paylaştığın dönemde; şimdiki kadar seri bir komedi içeriği üretilmiyordu. Aynı komedi içeriğinde çok fazla video yoktu dolayısıyla o fikri ilk bulan kişi anonimleşmiyordu ama bu kadar hızlı viral de olmuyordu. Bu hızlı değişime dair ne düşünüyorsun? Daha kapalı ve güvenli bir alan olması mı daha özgün içerikler üretmeye vesile oluyordu; yoksa bu seri üretme hali mi daha zengin/yaratıcı içeriklere vesile oldu?

Yani Instagram'ın doğasına daha uygun herhalde bu reels olayı. Ben doğru düzgün reels’a yetişemedim. Çok hızlı değişiyor her şey. Nereye yetişeceğini şaşırıyorsun, sonra da salıyorsun. İlk video çektiğim zamanlar, “çıkmış bir kız bir şeyler deniyor” gibi bakılıyordu sonra komediyle ilgili çok şey oldu geçen yıllarda. Ben 2015’te başladım. Neler neler değişti… Ama Instagram o dürüstlüğü istemiyor, daha politik doğrucu şakaları istiyor. 

Biraz öyle bir yere döndü değil mi? 

Bence öyle. Ben de takip edenlere şekerli, güvenli bir mizah yapıyordum. Ben değişiyorum, kendime daha da dürüstleşiyorum, yaklaşıyorum. Orada ama hâlâ sevdikleri şeyi oynamamı istiyorlar. O taklit kısmı hoşuma gitmedi. Aslında benim seks şakalarım da vardı ama bir anne skeciyle ünlendiğim için o kitle orada onu istemedi. 

Atakan’ın annesi…

Evet. E anneler var profilimde. O yüzleşmek istemedikleri şeylerle çıkagelince… Çünkü ben bir sürü şey denedim, o anne olayı tuttu. Aşırı bir bilgim de yok annelikle ilgili. İngilizce öğretmeni bir arkadaşımın başına gelen, hadi bunu da deneyeyim dediğim bir şey tutuverdi. Şaşırdık hep birlikte. Olayın mimarı da ingilizce öğretmeni arkadaşım benden ziyade. Yani bilmiyorum öyle hissetmeyince orayı bıraktım. 

    

En zoru kendini kaybetmeden kendi yolunu bulmak.

Konuştuk aslında ama mizah alanında üretmenin en büyük zorluğu ne senin için? 

Doğru sahneyi bulmak, kendine alan açmak. Ustalar var sana destek oluyorlar; evet, onların gücünden de yararlanacaksın ama ondan ayrılıp kendi yolunu bulmak, buradaki kafa karışıklıkları, kaybolmalar, kendini kaybetmeden, yok olmadan... Bence en zor kısmı bu kendimizle ilgili yine yani.

Senin şu ara takip ettiğin ve güldüğün kimler var? 

Deniz Göktaş, Seda Yüz, Pınar Fidan. Baby Reinder'ı çok beğendim. Komedi artık öyle bir şeye de dönüştü. Bir sürü itiraf ama dili de sert. Harika, en sevdiğim o tarz. Mizah böyle bir şeye dönüşmeli. Aradığım dil de hep o. Hem popüler bir dili var ama hem de o kadar gerçekçi şeylerden bahsediyor ki. 

Karanlık tarafını da biraz dahil ediyor yani. 

Evet. Gülüyorsun da. İyi geliyor bana öyle şeyler. 

Burada öyle bir dönüşüm bir noktada gerçekleşecek mi sence? Seyirci burada üretilen mizah işlerini sert diliyle, karanlık tarafıyla alan bir hale dönüşecek mi? Yoksa kültürel olarak oralara hiç gelemeyecek miyiz? Zorluk biraz oralarda sanırım.

Tabii canım. Toplumsal suçlarımızı da kabul edip yüzleşme ve özür dileme, içeriye bakma kültürü yok pek. Olacak mı bilmiyorum. Bu şekilde olacak işte; nasıl Tuz Biber küçücük sahnelerde başlayıp kitlesini büyüttü. Böyle sanki, öyle dan diye ana akım bir yere açılamayacak. Bu çok zor. Toplumsal, kökten bir değişim istiyor. Kültürümüzde de yok, aile olarak konuşamazsın çoğu şeyi. 

Ama Baby Reindeer burada da baya viral oldu mesela. 

Evet çok şaşırdım. Demek ki bir itiraf kültürüne ihtiyaç var.  

Onu nasıl yapacağız? Hem ihtiyaç var, uzakta üretilince tav oluyoruz; hem de burada üretilmesine açık değiliz.

Kendimizle tanışmamız lazım önce. Neyi itiraf edeceğiz? 

Eski videolarından ilhamla "Bunu burada ilk kez anlatıyorum" diyeceğin bir şey paylaşmanı istesem. 

Baby Reindeer'in üstüne hadi bir itiraf. Dur bakayım. Aklıma gelmiyor ki sen bir tane söyle belki bana çağrışım yapar.

Yanımda biri yokken bahşiş bırakmıyorum. Ekonomik olarak yeni yeni bırakmaya başladım şu sıra; bunu fark ettim geçen. 

Ben daha kötüsünü söyleyeyim. Beni tanırlarsa bahşiş bırakıyorum. Tanımazlarsa bırakmıyorum.

Biraz da ilk kısa filmin Kaçanlar'ı konuşalım isterim. Filmin senaryosu, yönetmenliği, kurgusu, oyunculuğu, yapımı gibi çokça yerinde imzan var.  Bu tek başına birçok şeyi göğüsleme hali bir istekten mi yoksa ihtiyaçtan mı doğdu? Nasıl bir süreçti senin için?  

Mecburiyet, çünkü her şey gerçekten çok pahalı. Yazmak istiyorum zaten. Yönetmenlikte gözüm yok ama kafam dağılmadan bir günde çekebileceğimiz bir şey yazdım. Bir ev, ses ekipmanı kiraladım. Oyunculardan rica ettim. Çok sade bir hikâye. Zaten ben de yönetmenlik yaptım diyemem. Oyuncularım senaryoyu çok güzel anladı. Bir tane kameraman arkadaşımızdan rica ettik. Kamerasıyla geldi. Bir günde çektik, bitti. "Yazdığım şeyden izlenebilir bir şey çıkıyor mu"nun testi gibiydi. Kurgu masasında vazgeçeceğim bir şey de olabilirdi yani, küçücük bir riskti. Bir günlüğüne herkesten nazımı çekmesini rica ettiğim bir şeydi. Her şeyde adımın yazması çok korkunç duruyor ama yapabilecek bir şey yoktu. Kurgu, hele post prodüksiyon aşırı masraflı. Ses ve renk yaptırmaktan benim haberim bile yoktu doğru düzgün. Zaten film orada patlayacak gibi oldu. Öyle fiyatlar aldım ki… O noktada Hasibe Eren filmimi izledi. Bana bir yapımcı buldu. Selen Şenay, sağ olsun. Onların da tanıdıkları vasıtasıyla orayı çözdük. Yoksa hiçbir festivale de yollayamazdım o şekilde. 

Bence seyirciye geçen, oyuncuyla kaybolmak.

Yazarlık, oyunculuk yaptığını biliyorum. Yönetmenlik, kurgu, oralardaki ilk deneyim senin için nasıldı? Yapmak isteyeceğin bir şey mi?  

Ben oyuncu olarak da kurguya girmeyi çok istediğimi anladım çünkü bence iyi oyuncuların ya da bu işe kafayı takmış olanların iç ritmi çok iyi atıyor. İyi görünmeye takıntılı olmayan oyuncuların iyi oynadığı şeyi seçiyorsun. Yönetmenler kendilerine kusur gelecek diye titreyen bir şeyi ya da bir yerde bir kamera oynadıysa onu seçmiyorlar ama o oyun daha iyi, daha gerçek. Ben onu seçiyorum. Yönetmenlikte bir iddiam olmadığı için teknik kusura hiç takılmıyorum. Bence seyirciye geçen, titreyen kamera falan değil; oyuncuyla kaybolmak. Tabii her şey kusursuz olsa harika olur ama... Seyirciye geçebilecek birçok şey "Kamera titremiş, orada fluya düşmüş" diye eleniyor gidiyor. Benim filmim yarıştığım festivallerde hep teknik olarak en kusurlusuydu ama seyircinin o titreme falan umurunda değil, öyle bir kaptırıyor ki... Diğer yönetmenlerle de konuşunca “seyirci ödülü olsa sen alırdın” dediler. 10 film art arda gösteriliyor ve benimkinde aşırı bir reaksiyon var. Bir yandan konusuyla da ilgili tabii. Çok hoşuma gitti bu açıdan; yoksa hep "Yazarlık, oyunculuk yapmak istiyorum, yönetmenlikte bir iddiam yok. Hatta kafamın uyuşacağı birinin yazdığım şeyleri çekmesini tercih ederim" diyordum; ta ki o seyircilerle filmi izleyene kadar. Senin ürettiğin bebeğe milyon tane gözün bakıyor olması çok enteresanmış. Bir aklımı çeldi ama yine ağır basan diğerleri. Yazmak ve oynamak bence yeterli.

Kaçanlar (2023, yön. Deniz Cengiz) filminden Deniz Cengiz.

Videoların, Kaçanlar… Biraz iş gelmesini beklemekten çok elinin taşına altına koyma hâli var. Üretimlerinde süreci tamamıyla kendi göğüsleme hâlin nasıl gidiyor? Disiplinli misindir? Pes eder misin sık sık? 

Yazarken bebek gibi tüm mesaini istiyor. İlk işe girişim zor oluyor ama sonra yemek yemeyi unutacak kadar konsantrasyonum oluyor. Başka hiçbir şey yapmak istemiyorum. Şahit olduğum düğünü kaçırmışlığım var benim. Bir kere dalınca bir kuyuya, kendimi çok veriyorum. Dikkatim çok rahat dağılır ama bir şeye kafam takıldıysa da başka bir şey düşünemiyorum. Bir an yalnız bıraksam konudan kopacağım gibi tutuluyorum. Yaşam payımdan çok çalıyor. Belki başlarında olduğum için bu kadar vaktimi alıyor, belki daha kolaya bağlıyordur insanlar. Mesela şimdi yeni bir şey yazmak istiyorum ama bu beni yine yaşamdan koparacak. Şimdi de festivaller falan tam sosyallik modumu açmışım hadi yine içeri kapan, kop her şeyden... Hem seviyorum, hem sevmiyorum.

Yarım bıraktığın oluyor mu hiç?

Bir sürü notum var. Hangisine yoğunlaşayım, diye kalıyor ama bir şeyi yazmaya başlayınca bitiriyorum.

Yazarlığıma karışılmasını istemem. Ben yazayım, beğenilirse çekilsin. Böylece bir fikrim daha hayata geçer, çok mutlu olurum.

Kaçanlar ile en son Kaş Uluslararası Film Yarışması’nda En İyi Oyunculuk Ödülü'nü rol arkadaşın Ceren Taşçı ile paylaştın. Biraz kendi halimde bir şeyler yaptım, diye bahsediyordun filmden. Bu ödüller üretimini teşvik etti mi, etkisi ne oldu? 

Başta öyle bahsediyordum ne yaptığımı bilmiyordum. Teknikten elendiğim çok oldu. Kaş'ta da hepsi yönetmen film çeken arkadaşlarımın. Benim "Oyuncu film çekmiş" gibi bir durum olduğundan; bir de "Ben zaten kusurlu bir şey yaptım ama okeydir" halimle oradaki rekabetten çekilip hepsiyle arkadaş oldum. Nasıl bir manipülatör olduğumu anlatıyorum. Doğrusu da bu; onların hepsi iki üç film çekmiş insanlar, çok iyi teknik biliyorlar, daha toplumsal sorunlara eğilen filmleri var. Benim filmim seyirciden öyle bir reaksiyon alınca Kaş'ta “Sen yaz biz çekelim” diyenler oldu ama yazarlığıma karışsınlar istemem. Ben yazayım beğenirse buyursun çeksin. Bir fikrim daha hayata geçer, çok sevinirim. Benim kafam çok gerçekçi, gerçek hayat, gerçek mizah hatta neredeyse ‘bağımsız sinemanın popüler dilli’ olanı, arzuladığım şey. Bir yazar bir fikre “bunu absürtleştirelim” dediğinde; orada benden ne isteniyor anlayamıyorum. Kendimden bir şey çıkaramıyorum. Zaten hayat absürt; yeni bir şeye gerek yok. Oralarda bir arkadaşımla aram bozulur diye kendim yazmak istiyorum şu anda. Kafamı karıştırdı bu teklif. O kişi de kendini de göstermek isteyecek yönetmen olarak. Kimisi öldürüyor “ben de varım” demek için, kimisi hakikaten senin yazdığın şeye hizmet edecek şekilde yapıyor bunu. O rol dağılımı önemli sanırım. Bilmiyorum göreceğim, denemek isterim yazdığım bir şeyi biri çeksin, alsın o yükü üstümden. 

Kaçanlar (2023, yön. Deniz Cengiz) filminden Deniz Cengiz ve Ceren Taşçı.

Filmin odağında hayatın akışında farklı yönlere savrulan iki çocukluk arkadaşı var. Bugün sıfırdan karşılaşsalar belki diyalog kurmayacak insanlar birlikte büyüdükleri için bir arkadaşlık inşa etmiş oluyor zamanla. Kimisi sürüyor, kimisi kopuyor. Bu konuda film çekmene vesile olan şey ne oldu? 

En güncel gerçeğim şu anda çünkü ben kariyerimle uğraşırken bütün arkadaşlarım çocuk yaptı. Ben de sırayla çocuk gezmeye başladım. Şu ilgimi çekmişti; evlerine gittiğim kurumsal beyaz yakalı arkadaşlarım, bizim sanat sepet camiasında “Bartu etek giyiyor, Uraz oje sürüyor” diye görüyor ve sektörden dedikoduları merak ediyorlar. “Aa o gey mi oldu, niye oje sürüyor” vs diye soruyorlar. Bizim kendi aramızda konuşup aktivist diye düşündüğümüz fikirlerin beyaz yakalıya kadar bile gitmediğini anladım. Biz kendi aramızda oynuyoruz gibi oluyor. Cinsiyet mevzusuyla ilgili bir tabu yıkmaya çalışıyorlar ama buraya bile mi geçmiyor diye düşündüm. Gerçek hayatta karşılığı olmaması bana çok ilginç geldi. Kısa filmde iki arkadaşın bu mevzuda girdiği tartışma var. Sonra arkadaşımın kocası eve gelince alıştığımız cinsiyet rollerini değiştirdikleri çok bariz. Eylem sözden önce geliyor aslında. O fikir bana ironik geldi. Ben de bu sektörde, bu feminizm mesajlarını güya içselleştirdiğimi zannederken aslında bağlı bulunduğum sanatçı çevreyi otoritem yapmışım. Hala feminist takılıyorum. Kendi iç sesini duyamayan, kendi uktesine yabancı bir kadın ne kadar feminist olabilir? Kendinden başlamıyor mu feministliğe? Bir sürü soru. Neyse bu tezatlıklar, tutarsızlıklar, ironik şeyler hep hoşuma gidiyordu. Bu fikirde, küçücük basit şeyin içinde hepsi var. Ne kadarı geçiyor bilmem ama benim üstüne düşünmeyi çok sevdiğim şeyler oldu.

Hayatımda beni üzen eksik şeyi, kadın arkadaşlarımla buluşup hatırlıyorum. Kendi hayatımızla çarpışıyoruz. Ne olmak isteyip istemediğimizi birbirimizin gözünün içine bakıp anlıyoruz.

Hayatında hali hazırda süren, filmdeki gibi arkadaşlıkların var mı? Bu arkadaşlıkları bir arada tutan şey ne sence?  

Var. Ben kadın arkadaşlıklarını çok geliştirici buluyorum. Hayatta ne olup olmak istemediğimizi bile birbirimizin gözünün içine bakıp anlıyoruz. Kendi hayatımızla çarpışıyoruz ve hayatımdaki beni üzen eksik şeyi onlarla buluşup hatırlıyorum. "Demek ki benim buna bir uktem var"ı ben hayat koşuşturmacamda unutabiliyorum ya da zihnimin arkalarına itebiliyorum. O da yeni anne olmuş, evde çocuğuyla ilgileniyor yine özgür dışarıda hayatı olan bir kadın olma özlemi var. Bana bakınca rahatsız oluyor. Hem takım arkadaşı hem de rakip olabildiğimiz enteresan bir denge var. Daha çok erkek arkadaşlıklarında olan rekabet bence bizde daha açık. Şefkat de var içinde. Hemen dengeler değişebiliyor. Çok hoşuma gidiyor. Anlamaya da çalışıyorum. Tam da bilmiyorum ne yaşıyoruz böyle ama... Bana hep kendimi hatırlatan şeyler; zorla buluştuğum ilkokul arkadaşım mesela. O buluşmadan kötü dönüyorum çünkü kendimle ilgili bir şeyle çarpıştım onun sayesinde. Uzun vadede işime yarıyor hayat gelişimimde. O anda sinir ediyor beni. Çok güzel. 

Şimdiki Zaman filmini hatırladım Belmin Söylemez'in. Oradaki kadın arkadaşlığı da iyi bir temsildi, her an kırılabilen ve tekrar...

Çok öyle. Her an düşman olabiliriz ama gözünden yaş aksın hemen sırtını pışpışlayan da ben olurum. Böyle enteresan. Gerçekten hayat gelişimimizi birbirimize borçluyuz. O rekabet bize çok şey katıyor. Hayırlı felaket işte.

Arkadaşlarının çocuklarıyla aran nasıl?

Ben bebek çok seviyorum. Gerçekten. Hiç benden beklemiyorlar ama. Kedi köpekten korkarım. Fobim var. Kedi köpeği sevmeyen birinin bebek sevebileceğine kimse inanmıyor. Köpeği de sevmiyor değilim. Korkuyorum, ısıracaklar gibi geliyor. Çektiğim filmde bana benzeyen o karakterle ilgili tek bir şey varsa o da bebek istemem.

Peki bir arkadaşlığı sürdürmem dediğin bir kırmızı çizgin var mı? Bitirmene vesile olacak?

Var tabii. Sınırımı ihlal eden arkadaşlarımla ilişkimi bitirdiğim oldu. İstila edilmek istemiyorum bu şekilde ya da bir menfaat için kullanıldığımı hissettiğimde falan… Ama bunlar genelde derin yıllara yayılmış arkadaşlarımla olmuyor. Bazen dengeler şaşıyor ya, oralarda çekiliyorum. Deniyorum halledemiyorsam -bazen de olmuyor- çekildiğim oldu. Ne yapayım, başka türlü kendimi korumayı da bilmiyorum. Keşke çözebilsem. Bazen yolu bulamıyorsun. 

Çevrendeki insanları, arkadaşlarını gözlemleyip malzeme yaptığını düşünüyorum. Videolarında bir sürü tipleme var. Zan altında olan arkadaşların var mı? Buna ne tepki veriyorlar? 

Var. Çok zor kurtarıyorum kendimi o durumda. Başta bozulanlar oluyordu. Sonra bazıları kendi anlatmaya başladı skecini çekersin diyerek. Baktılar göz önünde reaksiyon alıyor bir şeyler. Kendiyle net bir şekilde alay etmek değil; kurguyla onu birleştiriyorum bir şekilde. Bu anne skeci birkaç anne arkadaşımın birleşimi gibi bir şey.  

Canlandırdığın karakterlerden hangisiyle gerçek hayatta karşılaşmak seni en çok güldürür? 

Bilemedim. Hepsini de tanıyorum gibi. Hepsi bir “mix” kafamın içinde. Atakan'ın annesinin gülüşü, anneannemin gülüşü falan. Çok net ayrımları yok. Sanki hepsiyle oturdum gibi. 

Peki sen nelerden kaçanlardansın? En iyi kaçtığın şey nedir sence? 

Yumurta donduracağım hayatım. Bir süredir bundan kaçıyorum mesela. Korkuyorum niyeyse o süreçten. 35 yaşındayım. Çocuk olayı sarkacak ama içimde kalsın istemiyorum. Bir gün yapmak isterim. Riske atmamak için. Bir türlü randevu alamıyorum. Sürekli herkesle bunu konuşuyorum yapacağım, diye. Sonra aldın mı randevu diye sorduklarında da sinir oluyorum. Bundan kaçıyorum herhalde şu an. 

Biraz da Hücreler... Sezona dönmeye hazırlanan Hücreler’in ekibine sonradan dahil oldum o yüzden en başını sorayım. Hücreler'e dahil olma sürecin nasıl gelişti?

Benim depresif zamanımdı geçen sene. Bir mini dizi yazmıştım, o bir hayata geçmeyecek, sallanıyor falan filan. Her şey sallanıyor. Ne yapıyorum, ne işe yarıyorum bu hayatta, kariyerim de devam etmiyor krizlerindeyken telefonum çaldı. Nisan (Ceren) aradı, “Engin Günaydın bir oyun yazdı, seni de bir rolde düşünüyor” dedi. Ben okumadan -Engin Günaydın ile çalışmak zaten istiyordum- “tamam yolla Nisan ama ben kabul ediyorum zaten” dedim.

Hücreler'de ekrandan, perdeden severek takip ettiğimiz çokça isim var. Bu görünürlüklerin tiyatroda seyirci olarak bir karşılığı var mı sence? Yoksa ikisi çok farklı alanlar mı? 

Karşılığı var bence. Televizyon ünlülüğü çok büyük bir şeymiş. Tiyatroda da karşılığı var. 

Komedide isim yapmak işe yarıyor sanırım çünkü insanlar gülmeye para da ayırıyor. Bir jönün yapacağı bir oyuna bütçe ayırmazsın ama gülmek için ayırırsın.

O zaman son soru. Yakın zamanda başka projelerin var mı paylaşabileceğin?

Şimdi Exxen'de bir dizide oynayacağım. Konuk olacağım muhtemelen bir-iki bölümlük. Ali Atay'ın bir işi. Benim yapmak istediğim bir sürü şey var sadece hangisine yoğunlaşmalıyım...

Yazdığın?

Yazmaya başladığım yok. Kazısam oradan bir sürü şey çıkarabileceğimi düşündüğüm çokça notum var logline (özet) gibi ama bilmiyorum tiyatroda tek kişilik bir oyun denemek mi mantıklı, Youtube içeriği yapmak mı, yine kısa film mi çekmeliyim, hiçbir fikrim yok. Çünkü yazdığım şeye çok bağlanıyorum onun hayata geçmesini her şeyden çok istiyorum. Bütün hayat gerçeğim oluyor. Arkadaşlarımla masada oturuyorsam onlar çoluğunu çocuğunu anlatıyor ben gerçekleşmemiş projelerimi anlatıyorum. Yine öyle bir yıkım yaşamak istemiyorum ama belli de olmaz. Onun için nereye yapmalıyım bu fikirsel, zamansal yatırımı hiçbir fikrim yok.