Published in  
Röportajlar
 on  
October 21, 2024

Bambaşka yaşamlar ve çizgiler: Fabien Toulmé

Otobiyografik ögeler içeren Beklediğim Sen Değildin adlı grafik romanından sonra Hakim’in Yolculuğu üçlemesiyle tanınırlığı artan Fabien Toulmé’nin İki Yaşam ve Büyük Aşk gibi eserleri de Türkiye dahil pek çok başka coğrafyada severek okunuyor. Toulmé’nin yetişkinler için yazdığı grafik romanlarının yanında Marilu isimli bir çocuk kitabı serisi de var. Bu yıl Türkçe’de yayımlanan Unutulmazlar kitabının ardından geçtiğimiz günlerde Dünyadan Yansımalar: Mücadele kitabı da Türkçe’ye çevrilen Toulmé, 26-28 Eylül’de İstanbul’daydı. Kendisiyle bir araya gelip mühendislikten grafik romancılığa uzanan kariyerini, üretim motivasyonunu, farklı kültürlerle ilişkisini ve dertlerini konuştuk.
Kategori
Röportajlar
Tarih
21/10/24

Bambaşka yaşamlar ve çizgiler: Fabien Toulmé

Otobiyografik ögeler içeren Beklediğim Sen Değildin adlı grafik romanından sonra Hakim’in Yolculuğu üçlemesiyle tanınırlığı artan Fabien Toulmé’nin İki Yaşam ve Büyük Aşk gibi eserleri de Türkiye dahil pek çok başka coğrafyada severek okunuyor. Toulmé’nin yetişkinler için yazdığı grafik romanlarının yanında Marilu isimli bir çocuk kitabı serisi de var. Bu yıl Türkçe’de yayımlanan Unutulmazlar kitabının ardından geçtiğimiz günlerde Dünyadan Yansımalar: Mücadele kitabı da Türkçe’ye çevrilen Toulmé, 26-28 Eylül’de İstanbul’daydı. Kendisiyle bir araya gelip mühendislikten grafik romancılığa uzanan kariyerini, üretim motivasyonunu, farklı kültürlerle ilişkisini ve dertlerini konuştuk.

Tudem Yayınları izniyle
Kategori
Röportajlar
Tarih
21/10/24

Bambaşka yaşamlar ve çizgiler: Fabien Toulmé

Otobiyografik ögeler içeren Beklediğim Sen Değildin adlı grafik romanından sonra Hakim’in Yolculuğu üçlemesiyle tanınırlığı artan Fabien Toulmé’nin İki Yaşam ve Büyük Aşk gibi eserleri de Türkiye dahil pek çok başka coğrafyada severek okunuyor. Toulmé’nin yetişkinler için yazdığı grafik romanlarının yanında Marilu isimli bir çocuk kitabı serisi de var. Bu yıl Türkçe’de yayımlanan Unutulmazlar kitabının ardından geçtiğimiz günlerde Dünyadan Yansımalar: Mücadele kitabı da Türkçe’ye çevrilen Toulmé, 26-28 Eylül’de İstanbul’daydı. Kendisiyle bir araya gelip mühendislikten grafik romancılığa uzanan kariyerini, üretim motivasyonunu, farklı kültürlerle ilişkisini ve dertlerini konuştuk.

Tudem Yayınları izniyle

Sizi grafik roman yazmaya iten ne oldu? Ve bunu sürdürme motivasyonunuz ne?

Küçükken çok fazla Tenten ve Red Kit okuyordum. Okuyan bir aileydik zaten. Okumaya başladığımda hem resimler ilgimi çekti hem de Tenten okurken mesela, ben Tenten oluyordum; onun yerine koyuyordum kendimi. Bu da çok güzel bir oyun alanı oluyordu benim için. Sanatsal olarak da çok enteresan ve ilgi çekici gelmişti. O çizim stilleri küçük bir çocuk için çok güzeldi. 6-7 yaşlarındayken artık ben de çizmeye başladım. Bir de o dönem çizgi roman ve grafik roman alanı çok fazla gelişmemişti. Sonrasında gerçekten bu işi yapmak istediğime karar verdim.

Çocukken iki hayalim vardı; ya çizgi romancı ya da çöpçü olmak istiyordum. Çöpçü olmak istememin sebebi çöp kamyonlarının arkasında elinde sopa tutan adamlardı. Çöpçüler yani. O adamlar çok ilginç gelirdi bana, onlardan biri olmak isterdim.

Devam etme motivasyonum ise bu işe aşık olmam. Gerçekten bu konuda çok tutkuluyum ve birbirinden farklı şeyler yapmak istiyorum. Bir Tenten çizeri gibi örneğin, hayatım boyunca tek bir hikâye/karakter serisi üzerinden ilerlemek istemiyorum. Sürekli farklı şeyler yapmak beni daha da heveslendiren ve sürdürmeye iten şey.

Fabien Toulmé

Bu meslekle alakalı bir dönüm noktanız var mı?

Aslında grafik roman yaptığım her an benim için bir dönüm noktası. Her yaptığım grafik roman beni bir diğerine sürüklüyor. Birbirine bağlanıyor her şey. Dolayısıyla hepsinin sonucunda bir dönüm noktası oluyor. 

Mesela ilk grafik romanım Beklediğim Sen Değildin’i henüz mühendisken yazmıştım. Akabinde grafik roman yapmaya devam etmek istediğimden emin oldum. Beni İki Yaşam’ı üretmeye iten de buydu. Biliyorsunuz, İki Yaşam da hayatta istediği şeyin peşinden gidebilmek ve konfor alanından çıkabilmekle ilgili bir hikâye. Bunların hepsi birer dönüm noktası benim için. Günün sonunda bana “hayatım boyunca grafik roman yapacağım” dedirten de bu. Bir kariyer olarak dönüm noktası yani.

Hakim’in Yolculuğu gibi üç kitaptan oluşan bir seri yaptım mesela ve konusu itibariyle ağır bir seriydi aslında. Sonrasında daha hafif bir konusu olan Büyük Aşk’ı yapmayı tercih ettim. Virajlar alabiliyorum yani. Seçme imkanına sahip oluyorum. Sürekli aynı noktadan, aynı ağırlıkla devam etmiyorum.

Hakim’e ne oldu? Hâlâ iletişimde misiniz kendisiyle?

Fransa’nın güneyinde sürdürüyor hayatını. Gayet iyi durumda. Çocukları büyüdü. Suriye’ye dönme gibi bir planı da yok. Ben taşındım, artık aynı şehirde değiliz; bu yüzden birbirimizi çok sık göremiyoruz fakat zaman zaman mesajlaşıyoruz.

Çalışma rutininiz nasıl?

Rutinim konusunda mühendislikten bana kalan çok şey oldu. Bir mühendis kadar sıkı ve düzenli bir şekilde çalışıyorum. Bir işe başladığımda sabah uyanma rutinim oluyor mutlaka. Ofise gitme rutinim olabiliyor. Bunların hepsi bana mühendislikten kaldı. Tam olarak bir rutin yani, her gün düzenli olarak yaptığım şeyler.

Sabahları uyanınca kafam daha açık olduğu için o vakti düşünmeye ayırıyorum. Sonra kahvaltı yapıyorum. Sonra çizmeye başlıyorum. Düşünmek için sabah saatlerini benimsemek benim için çok önemli. Bu hiç şaşmaz. Sabahları düşünür, öğleden sonra çizerim. Yani aslında yazmaya ya da çizmeye başlamadan önce kafamda birleştiririm her şeyi. Bir süre elime kalem almam. Kafamda hepsini iyice yerleştirdikten sonra yavaş yavaş karakterleri oluştururum.

Tıkandığınızda nasıl devam ediyorsunuz?

Çalışmayı tamamen durduruyorum. Bahçeye çıkıyorum, sokakta yürüyorum, bir nefes alıyorum. Şu anda olduğu gibi Türkiye’ye gelebiliyorum mesela. 

Sonuçta bu iş yalnız yaptığım bir iş. Evet bunun düzenleme kısımları, editörlerle birlikte çalıştığın kısımları da oluyor ama en nihayetinde tek başına yapıp bitirmen gerekiyor.

Genelde yıl içinde fazlaca gezilerim, fuarlarım oluyor. Bunların hepsi beni çok güzel dengeliyor ve bir tıkanıklık yaşamamı engelliyor. Böyle olunca yalnız olmak da sosyal olmak da işime yarıyor. Sosyallik farklı insanlarla tanışıp farklı röportajlar yapmama da vesile oluyor ayrıca. 

Peki şu an nasıl bir iş üzerine çalışıyorsunuz? Sırada ne var?

Şu an kurmaca bir grafik roman üzerine çalışıyorum. “Ulis” adında bir sınıfın hikâyesini anlatan bir kurmaca olacak bu. Ulis’i bir kolejdeki engelli çocukları bir araya getiren bir sınıf olarak tasarladım. Şimdilik böyle. Bunun dışında Unutulmazlar’ın üçüncü cildi gelecek. (İkinci cildi Fransa’da 25 Ekim’de yayımlanıyor.) Sonrasındaysa Dünyadan Yansımalar’ın devamı gelecek. Bu seriyle ilgili bir çift teması üzerine çalışıyorum şu an. Yani “birileriyle nasıl ve neden bir araya geliyoruz, nasıl ayrılıyoruz, tanışmak ve bunu sürdürmek nasıl bir şey” gibi meselelerin etrafında dolanıyorum.

Türkiye’den tanıdığınız, takip ettiğiniz çizer ve/veya yazar var mı?

Maalesef pek tanımıyorum; ama tanımayı çok istiyorum. Ersin Karabulut’u tanıyorum. Fransa’daki bir fuarda tanışmıştık. Sonra e-mail yoluyla iletişim de kurduk. İşlerini çok beğenirim.

Türkiye’den hikâyeler toplayacağınızı söylemiştiniz sanırım. İlginç gelen hikâyeler var mı?

Türkiye’deki okurlar bana hikâyelerini anlatmak isterlerse onları seve seve dinleyeceğimi söylemiştim aslında. Unutulmazlar serisi kapsamında bu hikâyeleri derinlemesine düşünmeyi, çizmeyi, anlatmayı elbette çok isterim. Belki bir de Dünyadan Yansımalar için gideceğim ülkelerden birinde Türkiye’ye ithafen de bir şeyler yapabilirim. 

Hikâyeler zihninize imajlarla mı geliyor kelimeler/cümlelerle mi?

Bu biraz karışık aslında. Yani kendiliğinden olan bir şey. Bir şey gördüğümde, dinlediğimde veya izlediğimde her şeye açık oluyorum. Her şeyi gözlemlemeye de açığım zaten. Dolayısıyla bazen kelimelerle gelebiliyor, bazen de imajlarla. Değişiyor. 

Çalışma hayatınızda, üretim yaparken karşılaştığınız en büyük zorluk ne?

Esas olarak yaratmanın/üretmenin kendisi başlı başına bir zorluk. Fakat spesifik olarak söyleyebileceğim en büyük şey şu olabilir; kafamda bir şey kurguladıktan sonra elime kalemi aldığımda her zaman zorluk yaşıyorum. Kafamda oluşturduğum şeyle yazıya ya da çizgiye döktüğüm şeyler tutmayabiliyor; hatta genelde tutmaz da zaten. Bu yüzden üzerinde çok fazla yoğunlaşmam ve çalışmam gerekiyor.

Bir diğer problem de çizmek tabii ki; çünkü ben çizmeyi tek başıma öğrendim. Çok büyük bir çizer ya da çizgi romancı olduğumu da düşünmüyorum. Her yeni bir şey yaptığımda hikâyeyi ve karakterleri nasıl oluşturacağımla ilgili kendi içimde bir çelişki, kavga yaşıyorum. “Bunu böyle mi yapmalıyım, yoksa şöyle mi? Çizgimi ne yönde ilerletmeliyim?” gibi sorularla boğuşuyorum.

En büyük problem de günün sonunda yaptığım işi beğenip beğenmememle ilgili oluyor; genelde de beğenmiyorum. Çünkü bir şeye çok fazla baktığında, bir şeyle çok fazla ilgilendiğinde artık ne gördüğünü tam olarak anlayamıyorsun. Mesela bir Van Gogh tablosunun önüne geçip uzun süre baktığında artık o güzel mi değil mi anlayamazsın bile, kafan karışmaya başlar. Ben de en sonunda editörlere veya okurlara ulaştığında iyi olup olmadığını anlayabiliyorum ancak. Yine de tabii yaptıklarımdan memnun olmuyorum ilk aşamada; içinde çok kaldığım, çok uğraştığım için işte.

Kitaplarınızdaki karakterlerden kendinize yakın hissettiğiniz biri var mı?

Bunu söylemek epey zor. Az önce de söylediğim gibi, üretim aşamasında karakterlere çok odaklandığım için objektif bakamayabiliyorum bir noktadan sonra. Ama İki Yaşam için şunu söyleyebilirim; o benim ilk kurmacamdı. Bu yüzden kırılgandı da. Bir naifliği vardı. Pek çok şey spontaneydi. Yaptığım her şeye kendi kendime karar vermem gerekiyordu. Bu sebeple belki oradaki karakterler olabilir en yakın hissettiğim.

İki Yaşam kitabından

Sizin için toplumsal konuları ele almak ne anlama geliyor?

Sanırım toplumsal konuları seçme nedenim, anlatacak hikâyeleri olan, hayatta zorluklar yaşamış insanların söyleyeceklerini duymak. Bunlara gerçekten değinmek istiyorum. Bende bir his uyandırıyor bunlar. Mükemmel olmayan, şüpheleri olan, arayış içindeki insanları seviyorum. Mükemmel hayatlar hoşuma gitmiyor. O yüzden hayatta sürekli bir şeyler arayan insanlarla çalışmak, o insanlarla röportaj yapmak, o insanların hayatını anlatmak ilgimi çekiyor.

Sizce bu çağ nasıl bir çağ?

Aslında bence biraz garip bir çağ. Hem yakınlaşırken hem de uzaklaşabiliyoruz. Mesela ben buraya sadece sosyal medya üzerinden iletişim kurarak uçakla 4 saatte geldim. Birçok insanla da aynı şekilde, sosyal medyadan konuşup röportaj yapabiliyorum. Ama aynı zamanda birbirimizden uzaklaşmaya da meyilli bir hayat yaşıyoruz. Şöyle söyleyeyim, benim Paris’te yaşadığım bir dönem oldu. Büyükçe bir binada kalıyordum. Komşularımla aynı asansöre bindiğimizde tek tük “merhaba” diyorduk, o kadar. Binaya kim taşındı, binadan kim çıktı, bunları bilmiyorduk; çünkü kimsenin birbiriyle iletişim kurmaya dair bir hevesi ya da endişesi yoktu. Daha küçük bir semte taşındığımda orada insanların daha fazla kaynaştığını gördüm. Yani böyle ilginçlikler oluyor. O yüzden bu döneme biraz şüpheli bakıyorum ben. İstediğimiz zaman uzak, istediğimiz zaman yakınız. Tuhaf.

Evrensel olarak baktığımdaysa birbirimize karşı çok katı ve şiddete meyilli bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum. Herkesin biraz daha sakinleşmesi gerekiyor bence. Eğer birisiyle aynı fikirde değilsen oradan gitmen yeterli olabilir. O kişiye karşı o kadar da katı olmana gerek yok.

Sizi hayatta tutan, inandığınız en güçlü duygu ne?

Beni hayatta tutan şeyin, yaşama olan bağlılığımın kesinlikle seyahatlerden ve başka insanlarla tanışmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yeni şeyler keşfetmeye ve başkalarından bir şeyler öğrenmeye meraklıyım. Bu bir duygu değil tabii ama bu durumun getirdiği duygular var. Seyahatler ve yeni tanışıklıklar beni gerçekten çok mutlu ediyor. Hatta son okuduğum araştırmaların birinde, seyahat eden insanların daha mutlu olduğu ve daha uzun yaşadığı yazıyordu.

Brezilya, Benin, Fransa gibi pek çok ülkede yaşamışsınız. Farklı coğrafya ve kültürlerde yerleşik olmak nasıl bir his? Aidiyetle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

13-14 yaşlarındayken bir değişim programıyla Almanya’ya gitmiştim. Farklı bir ülkeye ilk seyahatimdi. Almanya bana çok egzotik gelmişti o zamanlar. Sonra tabii yıllar içinde daha çok gezmeye başladıkça, ilgim olan şeyin mimari veya sanat eserleri olmadığını anladım. Bunların hepsine bütün ülkeler bir şekilde sahip. Benim esas ilgilendiğim insanlar. Orada yaşayan insanlar. Ve her ne kadar farklı ülkelerde de yaşasak hepimizin ortak problemleri var. Hepimizin anlatmaya değer şeyleri var. Benim meselem nerede yaşadığımdan ziyade hepimizin ortak bir derdinin olması. Dolayısıyla aidiyeti de buradan kuruyorum.