Zor bir soruyla başlıyorum; Gevende’nin 20 yılını nasıl özetlersin?
Koca bir seyahat, rotasını kuşların çizdiği…
Ocak ayındaki konser çok konuşuldu... Herkesin bir arada hissetmek istediği bir duygu sahneden izleyicilere aktı sanırım. Sen neler hissettin?
İlk defa bu kadar uzun süren bir ayrılık yaşadık ahaliyle, yıllardır durmaksızın çaldıktan sonra. İyi bir dost ile istediğin kadar ayrı kal, ilk buluştuğunda kaldığın yerden sohbete devam edersin, yeniden aynı heyecanla. Yüzlerce dost tekrar birbirimize bağlanarak daha çok var olacağımızı hatırladık. Konser görüntülerini izlerken dikkatimi çekti, performansın birçok yerinde sadece 3-5 telefon var sahneyi çeken, herkes ordaydı, andaydı.
Hiçbir otorite, sanat eserleri kadar kalıcı olamıyor.
Türlerin birbirinin içine daha çok girmesi ve sınırların flulaşmasıyla disiplinlerarası ve kolektif üretim pratiklerinin daha görünür hale geldiğini düşünüyor musun? Yerel kültürün ve coğrafyanın pek çok alanda olduğu gibi müzik üretimindeki yerinin de farklılaştığını söyleyebilir miyiz?
Birçok alanda sınırlar kalkıyor. İnsanlık kendi koyduğu sınırlarını kırmaya çalışıyor, o duvarlar sanata karşı öylesine dayanıksız ki, çabuk mağlup oluyor. Otoriteler de bunun farkında ki müthiş bir baskı var tüm dünyada. Otorite derken sadece siyasi otoriteden bahsetmiyorum, her sanat disiplinin tepesine oturmuş ve her şeyin bir adabı, üslubu olduğunu düşünen muhafazakar zihniyetten de bahsediyorum.
Hiçbir otorite, sanat eserleri kadar kalıcı olamıyor. Sanat hep farklı bir yolunu bulup mücadelesine devam ediyor, aynı mücadeleyi ayakta tutmak için hep şekil değiştiriyor. Farklı disiplinlerin yan yana gelip kalıplaşmış anlatım biçimlerine taze soluk getirmesinden keyif alıyorum. Yeni bir şey yapıldığını düşünmüyorum; eserler, kendisinden önce yapılanların devamı, farklı varyasyonları benim için. Taklit demiyorum; güncellenmiş, şekli değişmiş hali. İnsan her gün değişiyor -gelişiyor mu emin değilim- bunun beraberinde anlatım şekli de değişiyor. Kullandığı araçlar değişiyor sadece.
Sanatı bir kenara koyun, mesela şu an Çin'de taze soğanlı kahve çok popüler. “Soğan ve kahve mi?” diyorsun, ama evet, damak tadı da kendini yeniliyor.
Burada teknolojik gelişmelere ve dijital dünyanın kapılarının hızla aralanmasına ayrı bir yer açmak istiyorum. Dijital dünya müzik üretimini nasıl etkiledi, etkiliyor?
Müziği dijital platformlardan, yazılımlardan çok kolay ayrıştıramayacağımız bir dönemdeyiz. Şu an sanatçılar yayınladıkları eserle ilgili, kim hangi bölgede ne kadar dinlemiş gibi birçok detaya ulaşabiliyor. Parçanın ana melodisini ilk 30 saniyede verirsen daha çok dinleniyorsun gibi bilgiler var artık eser sahibinin elinde; üretim yaparken bunu da gözetiyor. Bu bilgi akışı, algoritmaya "prodüktör" sıfatı kazandırmaya başladı; hangi melodinin nerede gireceği, eserin kaç dakika olması gerektiği, parçanın nasıl daha kolay dinlenebilir olacağı gibi bilgilerle üretim süreci akıyor. Algoritma, artık aramızda, stüdyoda yanı başımızda.
Bu çocuğa çok kulak vermek kısa sürede sıcak bir geri dönüş verebilir ama sanatçıyı zamanda tutamaz diye düşünüyorum. Bir şey zamanda ne kadar asılı kalıyorsa o kadar ‘eser’ oluyor bende.
Geçtiğimiz sezon HOPE Alkazar’da sahnelenen "Çirkin" oyunu için yaptığın müzikler de öne çıktı. Bu projede nasıl bir üretim süreci geçirdin?
Çirkin, tiyatro sahnesinde çok sıkça yan yana gelmeyen bir çok farklı disiplini bir araya getiren, içinde yer almaktan büyük keyif aldığım, cesur bir projeydi. Yukarıda konuştuğumuz konuyla bağlanıyor aslında yine; tiyatro sahnesinde de birçok sınır kalkıyor. Özünde ‘hikâye anlatmak’ olan bir disiplinin her şekle girebileceğini düşünüyorum. Çirkin ile böyle güzel bir şekle girmek heyecan vericiydi.
Müziklerini yaptığın bir diğer proje de "Golden Opulence - 500 Years of Luxury in Anatolia" belgeseli. Bu belgesel; tasarım, zanaat, kültürel birikim ve kimliklerin birbirinin içine geçtiği ve bu coğrafyaya dair çok katmanlı bir hikâyeyi çok çağdaş bir anlatım diliyle sunuyor. Müzik anlatının çok önemli bir parçası ve ilk etapta kulağımıza geleceğini düşündüğümüzden daha farklı bir müzik dili var. Belgesel üzerine çalışırken neler düşündün ve nasıl ortaya çıktı müzikler?
Uzun soluklu bir ön hazırlık ve yapım süreci olan bir projeydi Golden Opulence. Alanında bu kadar derinleşmiş, birçok coğrafyaya ulaşmış insanların anlatısı üzerine müzik tasarlamak keyifliydi. Görselinde ve anlatıda geleneksel Anadolu dokuları genel olarak hakimdi, müziği de aynı yerden vermek yerine daha batı-klasik tınılarla anlatıma eşlik etmeyi tercih ettim. Güzel bir paslaşma oldu bence.
Yaşadığın coğrafya nefes gibi bir şey, düşünmezsen aldığını fark etmiyorsun.
Kültür, coğrafya ve kimlikten bahsetmişken; sen kendi yaratıcı üretiminde bu kaynaklardan nasıl besleniyorsun? Ve bu aidiyetleri geleceğe nasıl taşıyorsun? Ya da taşıyor musun sence?
Ben beslenmek istemesem de istemesem de coğrafya beni besliyor; iyisiyle, kötüsüyle. Kişisel ifadeyi ve bireysel özgürlüğü kültürün üzerinde bir yere koyuyorum. Kendini ifade ederken de coğrafyadan ayrışmanın pek gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Yaşadığın coğrafya nefes gibi bir şey, düşünmezsen aldığını fark etmiyorsun.
Tekrar müziğe gelirsek; sen bu aralar ne dinliyorsun?
Hâlâ “O tarihlerde ne oldu yahu?” dediğimiz sihirli 1960-70 döneminin İran ve Mısır'daki yansımalarını kurcalıyorum, oraları dinliyorum. Sonrasında biraz Azerbaycan tarafına kaydım, şimdi oralarda geziniyorum.
Ve son olarak; masanda heyecan verici neler var?
Masamın kendisi, başlı başına bana heyecan veriyor… Yeni bir uzun metraj bitirdim daha yeni; HAKKI. Bu yaz yolculuğuna başladı, Türkiye prömiyerini bu sene Adana Altın Koza'da yapacak. Bu sıra Gevende listemin başında, yeni tekliler hazırlanıyor; onun sürecindeyim.