Kuşdili’nin aşağısı, eski Salı Pazarı - şimdiki otoparkın orası- gece saat 2 vardır herhalde. Rakıdan kalkmışım. Çorbaya da öyle tuz koymuşum ki içemiyorum. Yenisini isteyeceğim ama işletme “lan bi işi beceremedin” gibi düşünür diye tribe girdim. Taksi de yok. Eve yürüyemem.
Çorbayı içmeyi denedim, olmadı. Roka ve ekmek ile biraz toparladım.
Kalktım, caddenin köşesinde taksi bekliyorum. Yok işte a…
Uzaktan bi çift gördüm. Bana doğru geliyorlar. Adam gülümsüyor.
Adam gülümsüyor.
Sessiz sedasız en yakın arkadaşlarına rest çekip yurtdışına taşınmıştı. Berlin’i yenemedi, geçen sene ülkeye geri dönüş yapmış.
Seneler önce İstanbul’a gelişinde Fransız Kültür’de etkinliği vardı. Filme müzik yapacaklardı. O zamanki manitamla izlemeye gittik. Çıkışta da muhabbet ederiz, özleşmişizdir be.
Neyse bunun konseri bitti, yanına gittim. Baktım bambaşka biri gibi davranıyor; dedim “Gitme vakti gelmiş”.
Baktım bambaşka biri gibi davranıyor; dedim “Gitme vakti gelmiş”.
Şimdi seneler sonra karşımda, gülümseyerek bana doğru geliyor. Gülümsemiyorum. Ayakta da zor duruyorum zaten.
Hiçbir şey demeden sarıldık. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sarılırken ben de sıkı sarıldım, o da. Ensemizi, omzumu okşuyorduk.
Ayrılınca suratına baktım, içimden ana avrat sövdüm. Sonra gene sarıldık. Ayrılınca yine sövdüm.
Hiç konuşmadan öyle baktım suratına. “Ariicam seni” dedi.
“Siktir git” dedim. Yüzüne diyemedim.
Siktir git Utku.
Siktir git Utku.
Seni gerçekten özlemişim bu arada.
Taksi de bulamadım, eve kadar iyi yürüdüm.
Ölmüş dostluğun "load game"i olur mu?