Published in  
Seriler
 on  
November 7, 2024

Kapıyı çekip hiç çıkabildin mi hayatından?

Dışarısı buz gibi soğuk, rüzgârlı ve yağmurluydu. Satın aldıklarına karşılık kazandığı küçük kuponların biriktirildiği broşürde tek tek numaraları işaretlemeye başladı. Açıktı Radyo. Sileceklerin sesine cama sertçe vuran bir elin sesi karıştı. Yerinden fırladı.
Kategori
Seriler
Tarih
7/11/24

Kapıyı çekip hiç çıkabildin mi hayatından?

Dışarısı buz gibi soğuk, rüzgârlı ve yağmurluydu. Satın aldıklarına karşılık kazandığı küçük kuponların biriktirildiği broşürde tek tek numaraları işaretlemeye başladı. Açıktı Radyo. Sileceklerin sesine cama sertçe vuran bir elin sesi karıştı. Yerinden fırladı.

İllüstratör: Kübra Su Yıldırım
Kategori
Seriler
Tarih
7/11/24

Kapıyı çekip hiç çıkabildin mi hayatından?

Dışarısı buz gibi soğuk, rüzgârlı ve yağmurluydu. Satın aldıklarına karşılık kazandığı küçük kuponların biriktirildiği broşürde tek tek numaraları işaretlemeye başladı. Açıktı Radyo. Sileceklerin sesine cama sertçe vuran bir elin sesi karıştı. Yerinden fırladı.

İllüstratör: Kübra Su Yıldırım

Aslında  bir  şeylere  sahip  olmanın  şımarıklığını  yaşıyordu.  Bir  anda  tersine  dönebilirmiş  düzen,  er  geç  anladı.  İnsanın  hayatta  kalma  azmini  yok  edecek  kadar  vasat,  bir  seri  katil  sakinliğinde,  üzerine  çullanacak  şuursuzluğu  göremedi  o  günler.  Kollarını  göğsünde  birleştirip  sanki  çok  uzaktaymış  gibi  sessizce  izledi.  Nasıl  olsa  onun  müzikleri, nasıl olsa onun sevdikleri, nasıl olsa onun kendi kendileri vardı. Yalan  özgürlüğü, evsizliği ve kişisel göçü tercih etti. Ya da renkler gibi birbirine karıştı, oldu bittiye  geldi.  Onu  ete  kemiğe  büründüren  ruhunu  yakalamak  için  çabalarken  kalbindeki  ev  sakinlerini  unuttu.  Kapıyı  çekip  çıktı.  Sel  sularının  etrafında yaşatmayı kabul ettiği fason yalnızlığı için hendekler açtı. Ama bir gün o  kuvvetli sular araziyi  yerle bir etti. Susturarak hayal ettikleri, bir zayıf anında  ensesinden  yakaladı.  Öyle  bir  yapışmak  ki  sırtına  dökülen  saçlarından  alnına  doğru hayatın  tüm malzemesini acıya çevirdi. İşte  tam da başına gelen buydu o  yıllar.  

İklim değişiyordu,  dört mevsimden  bir  buçuk’a inmişti.  Oysa  çöpleri  ayırmış  ve  beş  senedir  kendine  yeni  plastik  bir  oyuncak  almamıştı.  Denizlerde  izmarit  toplar,  ormanda  ateş  yakmaz,  her  köşe  başında  durup  ağaçlara sarılırdı. Bazı aksilikler ve zorbalıklar aklındaydı. O gün  sürükleniyordu, sallanıyordu,  arada  duraklıyordu  yeryüzü.  Şehir  dışında  rekabetçi  toptan  satış  yapan  bir  mega  süpermarketin  promosyon  ürünler  reyonundan  çıktı,  arabasına  atladı.  Dışarısı  buz  gibi  soğuk,  rüzgârlı  ve  yağmurluydu. Satın aldıklarına karşılık kazandığı  küçük kuponların biriktirildiği broşürde tek tek numaraları işaretlemeye başladı.  Açıktı Radyo.   Sileceklerin sesine cama sertçe vuran bir elin sesi karıştı. Yerinden  fırladı. Fırtınaya az kalmıştı. 

“Anne? Anneciğim  sen misin? Gel aç arabanın kapısını içeri gir  yağmur  yağıyor. Yok mu? Neden anne?  Anneciğim  girsene  arabaya!  Ne  mi  yedim?  Evet yedim, ellerimi de yıkadım, tırnaklarımı kestim. Oturmadım umumi tuvaletin klozetine. Yemin  ederim. Anne lütfen yine  başlama.  Benim  yazgımı  seninkine yakıştırma.  Benim  başka  doğum  haritam  var.  Hayatımın  ayrıntılı  rehberini oluşturan astrolojik evler ve tüm gezegenlerin konumu sen  doğduğunda başka ben doğduğumda başka. Lütfen al köklerini al git sende kalsın. Dur gitme! Dur anne gitme! Kal burada  fakat yeminlerle  istemiyorum.  Sana özgü detaylar,  sana  önemli  olaylar,  kişiselleştirilmiş deneyimler  senin  olsun. Bu arada büyük büyük  annelerimden  sana  kalanları  da  al  götür  bir  yere  göm  kurtul  onlardan  bak  boğazımıza kadar batmışız. “ 

Araba  istop  etti,  yağmur  bardaktan  boşanırcasına  boşanıyordu.  Cama  yapışmış  elleriyle, saçından başından akan sularla açıklamaya başladı anne; 

“Kızım! Bak hiç bir şeyi olmayanlar da var. Biraz sahip olduklarının kıymetini bil.  Bir  yuvan  olmadı mesela git de yuvala.  Dağınık  ortalığı  toparla.  Ayakta  durmaktan topukların kurumuş vazelini sürüp çorap giy, yumuşasın ve  kendini  yorma. Hiç  sesini  çıkarma,  kim ne yaparsa yapsın.  Bu  arada  komşunun  kızını duydun mu sınıf  birincisi olmuş? E  ablanı  biliyorsun  müdür  oldu.  Hep  çalıştı,  tamam kurnazdı, anasının gözüydü. Sen de gözümdün iki… Ama şunu bil ki hiçbir okyanusun  rengi senin gülen gözlerininki  kadar derin değil. Gel bazı günler suların üstündeki rüzgâr ve kanatlar sana eşlik etsin.  Sürünmelisin  burada,  tam  durduğun yerde ve sen benim güzel kızım olarak kalacaksın” dedi ve gitti. O da eve döndü. 

Ev dediği ona ait olmayan toplama mobilyalardan  bir orkestra. Bir o  tarafa  bir  bu  tarafa  durmadan  yürüyordu  dar  koridorda.  Sürüklenmek  gibi  aklının antik pisliğinde. Kapı çaldı ve bu sefer de açmadı. Açacak hali  yok hem yerler kayıyor. Düşüp kolunu bacağını incitebilir. Atlasa pencereden sokağa  çıkamaz. Tüm  sokak  araları  işgal,  can  peşindeler  ellerinde  tabancalar.  Korkuyoruz.  Korkuyoruz  hepimiz  ağzımız  bağlı,  gözlerimizde  avuçlarımız.  Korkuyoruz  bu  kargaşada  kapıdaki  kim  olabilir?  Hem nereden  geldiğini  de  bilmiyoruz. Kim  bilir  daha önce  neredeydi  ya  da  kiminle?  “Oradasın  biliyorum” diyor, hayır orada değiliz. Hiç olmadık. Sessiz, sadece soluk alıyoruz.  

Ben de camdan dışarı bir sigara yaktım o sıra. Oda caddeye bakmıyor. Beni burada  kimse  görmüyor.  Sokağın  lambası  karşı  duvara  vuruyor.  Duvara  yansıyan  ışık  benim  penceremi  aydınlatıyor.  Benim  penceremden  onun  gözlerinin  ardı  görünüyor. Damın birinde karga inliyor. Gözlerim kapıda duman altında üzerime leş bir  koku  siniyor.  Ama  ne  sinmek.  Sinirleniyorum  yine  şahsıma  ve  şahsımın  üzerinde  ne  varsa  çıkarıp  yatağın  kenarına  fırlatıyorum.  Lodoslu lağım  kokan banyoya girip sıcak  suyun  altında  etlerimi  ısıtıyorum.  Öyle  çok  istiyorum ki  o kapıyı açmasını. Boynuna sarılıp bir daha bırakmamasını. Bambaşka bir dünyayla karşılaşmasını. Parmaklarının  ucunda kalemin dans  etmesini, tuş  kilitlerinin  klavyeden silinmesini. Düşünce özgürlüğünün yeryüzüne serilmesini. Tekrar kapı  çalıyor.  Bam  bam  bam!  Suyu  kapatıp  gitmesini  bekliyorum. Keşke  gitse.  Beni  böyle burda kendi halimde terk etse.  

O gün böyle geçiyordu, o kapıda ben suyun altında. O kapıda. O gündü kafa kokan  yastıklı otelde uykumun kaçması. Benden bir gece önce kalan adamın pis nefesi  odaya  sinmişti.  Çıktım  sudan  ıslak  saçlarla  pencereyi  açtım.  İçeri temiz  hava  kaçtı. Nevresim takımlarını kaldırıp çıkardım. Deniz  havlumu  yatağa  boyunca  serdim. Yastıklara  çiçekli  yazlık  elbiselerimi  geçirdim.  Duvara asılmış plazma televizyona takıldım. Ne çirkindi şu plazma televizyon. Ne çirkindi olan bitenler.  Ne çirkindi yan mahalleden gelen bina yıkım sesleri. Ne çirkindi güzeli mahveden  zihniyet. Radyonun  sesi  aniden  kesildi.  Oysa  açıktı  az  önce, kim  kapattı?  Televizyonu açtı. Haber olmayan yalanlar dönüyordu ekranda. Kanallar arasında  evet-hayır  yarışması  gösteriliyordu.  Sağ  ve  sol  kanat  birbirine  girmişti. Çarşambadan  perşembeye  çantamda  yarım  kalmış  küçük  bir  şişe  votka  çıkardım.  Hele  bir  borcum  vardı  bana.  Yolculuk boyunca düşünmüştüm. Sanki yıllardır uzaktan yakından  uzaktaydım. Peki işte, geri döndüm. Fıskiyeli  bir  kasaba  havuzunun  kenarında  dilek dilemiştim. Tuttu.  

Perde bir  an  kıpırdandı.  İki  binanın  arasından  biri  seslendi.  Kafamı  uzattım.  Elinde  kokusu  aromalı  bir  pipo  kendi  kendine  söyleniyor.  “Bana  mı söyleniyorsun?” dedim. Hayır, dedi. Bir an sustuk. Zaten biz hep susmuştuk. “Sen  hep böyle eziktin zaten. Herkes eziktir ama senin ezikliğin bahaneler üzerineydi” dedi.  “Pekâlâ!”  dedim,  “yukarı  gelsene”  "Sen  gel”  dedi. Üzerimde bir don bir atlet vardı. Sıçradım aşağıya pencereden.  Çimento  dökülmüş  tabana  bir  jimnastikçi  gibi yapıştım. Azıcık küçük taşlar girdi avuçlarımın içine. Ellerimi salladım çıplak  bacağıma sürdüm. Bir ürperdim. Dişlerim  takırdadı. Aman be! dedim. Bugün de  böyle.  Çıktık  sahil  boyunca  yürüdük.  Çöpleri  topladık.  Pet  şişeler,  izmaritler,  plastik  poşetler  dağ gibi  oldu.  Başlarından  okşadık  sokak  köpeklerinin,  sarıldık  birlikte  ağladık.  Umursamazlara  bağırdık  “asıl  siz  eziksiniz  lan”  dedik.  “Yeter  canımıza  kastettiğiniz”.  Havanız  batsın,  kirlettiğiniz  sularda  boğulun.  Bizi  kör eden,  aç  bırakan  sefil  eden  sisteminizde  yok  olun,  defolun  bizden  diye  küfürler  dağıttık rahatladık.  

O beni camdan izliyordu, öyle ağlamaklı. O  kız.  “Gel” hareketi yaptım, camdan atladı aramıza karıştı. Beni karşılamak için bir battaniye koydu omuzlarıma. Ucu yok bucağı yok bahçenin içinde, ağaçların ve gül fidanlarının arasında,  salatalık  domatesler  patlıcanlar  ekilmiş,  susuz  kalmış  tulumbası  olan  bir  araziye  çıkardı  beni. Küçük  tek katlı bir ev gördük. Bahçenin etrafı üzüm bağları çevrilmiş ve  eski külüstür bir Ford araba vardı açık garajda. Anlamadım neden bu eve çıktık. Yosun kokusu vuruyordu. Yüzme  bilmiyordum, deniz de görmemiş ve  o  güne  kadar güneşte hiç yanmamıştım. Bıraktığım odanın kapısı hala sertçe çalıyordu. Uzaktan bile duyabiliyordum sesini.  

Sen benimle kal!