Aslında bir şeylere sahip olmanın şımarıklığını yaşıyordu. Bir anda tersine dönebilirmiş düzen, er geç anladı. İnsanın hayatta kalma azmini yok edecek kadar vasat, bir seri katil sakinliğinde, üzerine çullanacak şuursuzluğu göremedi o günler. Kollarını göğsünde birleştirip sanki çok uzaktaymış gibi sessizce izledi. Nasıl olsa onun müzikleri, nasıl olsa onun sevdikleri, nasıl olsa onun kendi kendileri vardı. Yalan özgürlüğü, evsizliği ve kişisel göçü tercih etti. Ya da renkler gibi birbirine karıştı, oldu bittiye geldi. Onu ete kemiğe büründüren ruhunu yakalamak için çabalarken kalbindeki ev sakinlerini unuttu. Kapıyı çekip çıktı. Sel sularının etrafında yaşatmayı kabul ettiği fason yalnızlığı için hendekler açtı. Ama bir gün o kuvvetli sular araziyi yerle bir etti. Susturarak hayal ettikleri, bir zayıf anında ensesinden yakaladı. Öyle bir yapışmak ki sırtına dökülen saçlarından alnına doğru hayatın tüm malzemesini acıya çevirdi. İşte tam da başına gelen buydu o yıllar.
İklim değişiyordu, dört mevsimden bir buçuk’a inmişti. Oysa çöpleri ayırmış ve beş senedir kendine yeni plastik bir oyuncak almamıştı. Denizlerde izmarit toplar, ormanda ateş yakmaz, her köşe başında durup ağaçlara sarılırdı. Bazı aksilikler ve zorbalıklar aklındaydı. O gün sürükleniyordu, sallanıyordu, arada duraklıyordu yeryüzü. Şehir dışında rekabetçi toptan satış yapan bir mega süpermarketin promosyon ürünler reyonundan çıktı, arabasına atladı. Dışarısı buz gibi soğuk, rüzgârlı ve yağmurluydu. Satın aldıklarına karşılık kazandığı küçük kuponların biriktirildiği broşürde tek tek numaraları işaretlemeye başladı. Açıktı Radyo. Sileceklerin sesine cama sertçe vuran bir elin sesi karıştı. Yerinden fırladı. Fırtınaya az kalmıştı.
“Anne? Anneciğim sen misin? Gel aç arabanın kapısını içeri gir yağmur yağıyor. Yok mu? Neden anne? Anneciğim girsene arabaya! Ne mi yedim? Evet yedim, ellerimi de yıkadım, tırnaklarımı kestim. Oturmadım umumi tuvaletin klozetine. Yemin ederim. Anne lütfen yine başlama. Benim yazgımı seninkine yakıştırma. Benim başka doğum haritam var. Hayatımın ayrıntılı rehberini oluşturan astrolojik evler ve tüm gezegenlerin konumu sen doğduğunda başka ben doğduğumda başka. Lütfen al köklerini al git sende kalsın. Dur gitme! Dur anne gitme! Kal burada fakat yeminlerle istemiyorum. Sana özgü detaylar, sana önemli olaylar, kişiselleştirilmiş deneyimler senin olsun. Bu arada büyük büyük annelerimden sana kalanları da al götür bir yere göm kurtul onlardan bak boğazımıza kadar batmışız. “
Araba istop etti, yağmur bardaktan boşanırcasına boşanıyordu. Cama yapışmış elleriyle, saçından başından akan sularla açıklamaya başladı anne;
“Kızım! Bak hiç bir şeyi olmayanlar da var. Biraz sahip olduklarının kıymetini bil. Bir yuvan olmadı mesela git de yuvala. Dağınık ortalığı toparla. Ayakta durmaktan topukların kurumuş vazelini sürüp çorap giy, yumuşasın ve kendini yorma. Hiç sesini çıkarma, kim ne yaparsa yapsın. Bu arada komşunun kızını duydun mu sınıf birincisi olmuş? E ablanı biliyorsun müdür oldu. Hep çalıştı, tamam kurnazdı, anasının gözüydü. Sen de gözümdün iki… Ama şunu bil ki hiçbir okyanusun rengi senin gülen gözlerininki kadar derin değil. Gel bazı günler suların üstündeki rüzgâr ve kanatlar sana eşlik etsin. Sürünmelisin burada, tam durduğun yerde ve sen benim güzel kızım olarak kalacaksın” dedi ve gitti. O da eve döndü.
Ev dediği ona ait olmayan toplama mobilyalardan bir orkestra. Bir o tarafa bir bu tarafa durmadan yürüyordu dar koridorda. Sürüklenmek gibi aklının antik pisliğinde. Kapı çaldı ve bu sefer de açmadı. Açacak hali yok hem yerler kayıyor. Düşüp kolunu bacağını incitebilir. Atlasa pencereden sokağa çıkamaz. Tüm sokak araları işgal, can peşindeler ellerinde tabancalar. Korkuyoruz. Korkuyoruz hepimiz ağzımız bağlı, gözlerimizde avuçlarımız. Korkuyoruz bu kargaşada kapıdaki kim olabilir? Hem nereden geldiğini de bilmiyoruz. Kim bilir daha önce neredeydi ya da kiminle? “Oradasın biliyorum” diyor, hayır orada değiliz. Hiç olmadık. Sessiz, sadece soluk alıyoruz.
Ben de camdan dışarı bir sigara yaktım o sıra. Oda caddeye bakmıyor. Beni burada kimse görmüyor. Sokağın lambası karşı duvara vuruyor. Duvara yansıyan ışık benim penceremi aydınlatıyor. Benim penceremden onun gözlerinin ardı görünüyor. Damın birinde karga inliyor. Gözlerim kapıda duman altında üzerime leş bir koku siniyor. Ama ne sinmek. Sinirleniyorum yine şahsıma ve şahsımın üzerinde ne varsa çıkarıp yatağın kenarına fırlatıyorum. Lodoslu lağım kokan banyoya girip sıcak suyun altında etlerimi ısıtıyorum. Öyle çok istiyorum ki o kapıyı açmasını. Boynuna sarılıp bir daha bırakmamasını. Bambaşka bir dünyayla karşılaşmasını. Parmaklarının ucunda kalemin dans etmesini, tuş kilitlerinin klavyeden silinmesini. Düşünce özgürlüğünün yeryüzüne serilmesini. Tekrar kapı çalıyor. Bam bam bam! Suyu kapatıp gitmesini bekliyorum. Keşke gitse. Beni böyle burda kendi halimde terk etse.
O gün böyle geçiyordu, o kapıda ben suyun altında. O kapıda. O gündü kafa kokan yastıklı otelde uykumun kaçması. Benden bir gece önce kalan adamın pis nefesi odaya sinmişti. Çıktım sudan ıslak saçlarla pencereyi açtım. İçeri temiz hava kaçtı. Nevresim takımlarını kaldırıp çıkardım. Deniz havlumu yatağa boyunca serdim. Yastıklara çiçekli yazlık elbiselerimi geçirdim. Duvara asılmış plazma televizyona takıldım. Ne çirkindi şu plazma televizyon. Ne çirkindi olan bitenler. Ne çirkindi yan mahalleden gelen bina yıkım sesleri. Ne çirkindi güzeli mahveden zihniyet. Radyonun sesi aniden kesildi. Oysa açıktı az önce, kim kapattı? Televizyonu açtı. Haber olmayan yalanlar dönüyordu ekranda. Kanallar arasında evet-hayır yarışması gösteriliyordu. Sağ ve sol kanat birbirine girmişti. Çarşambadan perşembeye çantamda yarım kalmış küçük bir şişe votka çıkardım. Hele bir borcum vardı bana. Yolculuk boyunca düşünmüştüm. Sanki yıllardır uzaktan yakından uzaktaydım. Peki işte, geri döndüm. Fıskiyeli bir kasaba havuzunun kenarında dilek dilemiştim. Tuttu.
Perde bir an kıpırdandı. İki binanın arasından biri seslendi. Kafamı uzattım. Elinde kokusu aromalı bir pipo kendi kendine söyleniyor. “Bana mı söyleniyorsun?” dedim. Hayır, dedi. Bir an sustuk. Zaten biz hep susmuştuk. “Sen hep böyle eziktin zaten. Herkes eziktir ama senin ezikliğin bahaneler üzerineydi” dedi. “Pekâlâ!” dedim, “yukarı gelsene” "Sen gel” dedi. Üzerimde bir don bir atlet vardı. Sıçradım aşağıya pencereden. Çimento dökülmüş tabana bir jimnastikçi gibi yapıştım. Azıcık küçük taşlar girdi avuçlarımın içine. Ellerimi salladım çıplak bacağıma sürdüm. Bir ürperdim. Dişlerim takırdadı. Aman be! dedim. Bugün de böyle. Çıktık sahil boyunca yürüdük. Çöpleri topladık. Pet şişeler, izmaritler, plastik poşetler dağ gibi oldu. Başlarından okşadık sokak köpeklerinin, sarıldık birlikte ağladık. Umursamazlara bağırdık “asıl siz eziksiniz lan” dedik. “Yeter canımıza kastettiğiniz”. Havanız batsın, kirlettiğiniz sularda boğulun. Bizi kör eden, aç bırakan sefil eden sisteminizde yok olun, defolun bizden diye küfürler dağıttık rahatladık.
O beni camdan izliyordu, öyle ağlamaklı. O kız. “Gel” hareketi yaptım, camdan atladı aramıza karıştı. Beni karşılamak için bir battaniye koydu omuzlarıma. Ucu yok bucağı yok bahçenin içinde, ağaçların ve gül fidanlarının arasında, salatalık domatesler patlıcanlar ekilmiş, susuz kalmış tulumbası olan bir araziye çıkardı beni. Küçük tek katlı bir ev gördük. Bahçenin etrafı üzüm bağları çevrilmiş ve eski külüstür bir Ford araba vardı açık garajda. Anlamadım neden bu eve çıktık. Yosun kokusu vuruyordu. Yüzme bilmiyordum, deniz de görmemiş ve o güne kadar güneşte hiç yanmamıştım. Bıraktığım odanın kapısı hala sertçe çalıyordu. Uzaktan bile duyabiliyordum sesini.
Sen benimle kal!